Araştırmacı yazar Oktay Türkoğlu “Hattat Yesârîzâde Mustafa İzzet’in İstanbul Kitâbeleri” serlevhalı kitabında Osmanlı Cihan Devleti’nin ekol sahibi hattatlarından Yesârîzâde Mustafa İzzet’in Âsitâne’deki kitabelerini günümüz insanının irfanına arz ediyor.
Yazar Oktay Türkoğlu ile Kubbealtı Neşriyat tarafından 2023 yılının Aralık ayında sanatseverlerle buluşturulan kitabı üzerine konuştuk.
İbrahim Ethem Gören: Oktay Bey istirham etsem okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız?
Oktay Türkoğlu: Efendim, bendeniz 1994’te Avcılar’da dünyaya geldim. Bir süre sonra Küçükçekmece’ye taşındık. İlkokul, ortaokul ve liseyi burada okuduktan sonra 2012’de İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldum. Mezun olduktan sonra bir süre öğretmenlik yaptım. 2021’de aynı üniversitenin İstanbul Araştırmaları bölümüne kaydoldum ve bu senenin başında teslim ettiğim tezimle buradan da mezun olmuş oldum.
Tezinizin konusu?
Tezimi bölümünün en kıdemli hocalarından Sanat Tarihçisi Dr. Ahmet Vefa Çobanoğlu danışmanlığında hazırladım; adı “Suriçi İstanbul (Fatih) Türbe ve Hazirelerinde Hattat ve Hattatları Bilinen Mezar Taşları’’dır. Şimdi yine aynı üniversitenin İlahiyat Fakültesi-İslam Tarihi ve Sanatları bölümünde doktoraya başlayacağım nasipse.
İnşallah. Kalem güzelleriyle, kitabelerle teşrik-i mesainiz ne zaman ve nasıl başladı?
Üniversite malum Laleli’de, yani tarihi topoğrafyanın tam merkezi. Dolayısıyla tarihi yapılara müteveccih lisenin sonlarında başlayan merakım 0 dönemde giderek perçinlendi. Üst dönemden arkadaşım Yunus Sürücü ile Suriçi İstanbul’unu adımlıyor ve gördüğümüz kitabeler ile okulda tahsil ettiğimiz Osmanlı Türkçesi derslerine katkı sağlaması için okuma talimleri yapıyorduk. Yunus, bu sırada hüsn-i hat meşk ediyordu, bu sebeple hat sanatına da âşinaydı. Bunun getirisi olarak güzel yazı numunesi olan kitabelerin üstünde daha fazla duruyorduk. Bir gün bir Atikali’deki Nişancı Mehmed Paşa Camii’nin haziresinde bir mezar taşı gözümüze çarptı. Bir hanıma ait bu mezar taşının altında “İsmail Zühdi”nin ketebesi yani imzası vardı. Yunus, bunun çok nâdir karşılaşılabilecek bir şey olduğunu gözleri parlayarak söylediğinde onu pek anlayamamıştım ama heyecanına ortak olmuştum. Neden sonra İsmail Zühdi’nin, meşhur hattat Mustafa Râkım’ın ağabeyi ve hocası olduğunu öğrenecek ve onun heyecanını daha iyi anlayacaktım... Sonra, şu sıralar Kuşadası’nda ikâmet eden, fotoğrafçı büyüğümüz Kâzım Zâim’in tavassutuyla İsmail Zühdi’nin Edirnekapı’daki kabrini bulduk ve kendi çapımızda bakımını yapmaya gayret ettik. Bu süre zarfında da bende yavaş yavaş hat sanatına yönelik bir ünsiyet peyda olmaya başladı.
“Hattat Yesârîzâde Mustafa İzzet’in İstanbul Kitâbeleri” hangi mülahazalarla gündeminize girdi?
Bu kitabı evvelemirde makale olarak kaleme aldım. Hacim olarak haliyle kitaptan çok daha küçük çaplıydı. Kitabe manzumelerinin yalnız bir mısraı ve beytini vermekle iktifa ettim. Sonra kendisiyle uzun süredir irtibat halinde olduğumuz İrvin Cemil Schick’e bundan bahsettim. O da bu makaleyi genişletip kitap haline getirmemin iyi olacağını söyledi.
Büyük boy, 264 sayfalık hacme sahip eserinizin hazırlık süreçlerini bidayetinden nihayetine kadar nasıl özetlersiniz?
Başlangıcı biraz önce söylediğim gibi. Fakat iş manzumelerin tamamının okunmasıyla sınırlı kalmadı. Süreç içerisinde yepyeni kitabeler, dolayısıyla bilgiler dağarcığımıza dâhil oldu.
Bu noktada çalışmanın en önemli kısmını saha çalışmasının teşkil ettiğini söylemeliyim. Gerek kitabımın teşekkür faslında da haklarını teslim etmeye çalıştığım arkadaşlarımla ve de gerekse tek başıma yaptığım saha çalışmalarında fotoğraflama hatta yeri gelince kitabenin daha iyi okunabilmesi için tebeşirleme usulünden sonra fotoğraflama yaparak kitaba malzeme hazırladım. Tabii bu kitabelerin bir kısmı günümüzde mevcut değil, yalnızca eski fotoğrafları var. Bir kısmı da müze depolarında. Bunlar için arşivlere müracaat ettik. Bazıları ise tahrip olmuş vaziyette idi. Kitabımızda neşrettiğimiz bazı fotoğrafların sıhhatsiz olmasının sebebi de budur. Maalesef kitabelerin önemli bir kısmı dışsal etkilere maruz kaldığından zarar görüyor, haliyle bu da bedi’i kıymetini düşürüyor.
Sözün bu yerinde Yesârîzâde Mustafa İzzet’in sanat hayatını ve ‘Râkım Mesleği’ne hizmetlerini de rehberliğinizde konuşalım dilerseniz…
Ta’lik hattı esasında İran menşeili bir hat nev’idir. Onların nesta’lik dediği bu yazı nev’ine biz ta’lik diyoruz. Onlardan bize geçen bu hat nev’i yüzyıllar içerisinde bir tekâmül süreciyle, kitapta da bahsettiğimiz cihetle, Yesari’ye varıyor. Yesari, İranlı hat üstadı İmad-ı Haseni’nin harflerini referans alarak Osmanlı-Türk ta’lik mektebinin ilk tohumlarını atıyor. Fakat oğlu Yesarizade ile birliktedir ki İran sahasındaki ta’lik yazıyla bizimki arasında net bir ayrım oluşuyor. Merhum Hattat Prof. Dr. Ali Alparslan, Osmanlı Hat Sanatı Tarihi’nde bunu teknik teferruatıyla izah eder. Kendilerine rahmeti vesile kılarak hocalarını ve talebelerini de hayırla yâd edelim…
Ali Alparslan hocamıza rhmet olsun…
Yesarizade, hiç şüphesiz Osmanlı hat sanatı tarihi için en mühim sanatçılardan biri. Bununla birlikte sözün bu yerine sanatkârlığa teşvik eden babası ve hocası Mehmed Es’ad Yesari’den bahsetmek gerekir.
Lütfen…
Mehmed Es’ad sol eliyle yazdığı için daha ziyade Yesari lakabıyla iştihar etmiş. Sağ tarafı felçli sol tarafı ise titrekmiş. Hat sanatına merak duyunca devrin meşhur ta’liknüvislerinden Veliyyüdin Efendi’ye -ki kendisi bilahare şeyhülislam da olacaktır- gitmiş. Veliyüddin Efendi onun bu maluliyetini görünce, “sağlamlar bitti de sakatlarla mı uğraşacağız” minvalinden pek ümit kırıcı bir söz etmiş. Buna karşın Yesari Mehmed Es’ad kendisine hoca olarak yine devrin önemli ta’lik hattatlarından biri olan Dedezade Mehmed Said Efendi’yi bulmuş ve ondan meşk ederek mezun olmuş. Osmanlı’da hattatlar için icazet törenleri düzenlenirmiş. Yesari için de icazetini alacağı sıra orada bulunan Veliyüddin Efendi, onun yazını göstermesiyle, “bu çocuk Allah tarafından bizim kibrimizi kırmak için gönderilmiş” diye nedametini bildirmesi bir olmuş.
Üstadın talebelerini de konuşalım…
Talebelerinin arasında bilhassa iki hattat öne çıkıyor. Biri Ali Haydar Bey ve diğeri Kazasker Mustafa İzzet Efendi.
Ali Haydar Bey, hocası gibi yalnızca ta’lik yazmış. Kazasker ise on parmağında on marifet, hezarfen bir sanatçı. İkisi de hocasının açtığı yolu takiple hem levha hem de kitabe olarak eserler vermiş. Bu hattatların yazılarına ancak çok dikkatli bir şekilde bakıldığında hocasından tefrik edilebilir.
Eyvallah. Kitâbeler medeniyetimizin bir nevi tapu senedi mahiyetindedir. Bu bağlamda İstanbul'a nakşettiği onlarca kitâbeyle Hattat Yesârîzâde Mustafa İzzet bu toprakların insanlarına ne/neler anlatıyor?
Çok şey… Azatlı Baruthanesi gibi günümüze ulaşamayan yahut Belgrad Ormanı’ndaki bendler gibi şehir merkezinde uzakta olan kitâbeler olsa da bunlar diyelim ki bir hafta sonu gezmesinde rahatlıkla karşımıza çıkabilecek eserler. Yeter ki bunların hem içeriği hem de çizgileri yani hattı itibarıyla bize bir şeyler söyleyen sanat eserleri de olduklarının farkına varalım.
OKTAY TÜRKOĞLU: KİTÂBELER ÜZERİNE TA’LİK EDİLDİKLERİ YAPILARIN KÜNYELERİDİR.
Kitâbeleri okuduğunuzda bu bağlamda siz neler fehmettiniz?
Kitabeler üzerine ta’lik edildikleri yapıların künyeleri mahiyetindedir. Fakat bazı zamanlar bunun ötesine geçerler; hem edebî hem de bediî kıymeti hâiz olurlar. Yesarizade’nin yazdığı kitabeler de bu türdendir. Diyelim ki şair Şerif İhya Efendi, Keçecizade İzzet Molla yahut Ziver Paşa’nın yazdığı bir manzume edebbî açıdan da kıymetlidir. Bu beyitlerin taşa hâkkedilmek üzere Yesarizade’nin elinde yazıya dönüşmesi, işi daha da farklı bir boyuta taşıyor. Ben bunları okurken büyük keyif aldım ve kültürümüz hakkında çok şey öğrendim.
Üstadın sizi tesiri altına alan bir kitâbesi için büyükçe bir paragraf açalım...
Birkaçından bahsedeyim... Yesarizade’ye özgü bir beceri olarak, Hattat Sami Efendi’nin deyimiyle “deve boynu” biçimindeki kitâbeleri yazmaktaki hünerinden söz edebiliriz. Gülhane Parkı’nın girişindeki Alay Köşkü, Nusretiye Camii’nin avlusundaki sebil ve muvakkithane gibi yapılarda yapının mimari üslubuyla uyum yakalayan kavisli yazılardır bunlar. Fatih Karakolhanesi kitâbesinin ilk mısraında “Fatih-i sani-i İslambol Mahmud Han’dır” şeklindeki kitâbe, hattı olduğu kadar içeriğiyle de ilgi çekicidir. Buradan uzaklaşlaşmadan, hemen Malta Çarşısı’nda girelim…
Lütfen…
Orada sizi saçaklı güzel bir sebil karşılayacak. “Âb iç” redifli güzel manzume de onun hattıdır. Bu yazı son devrin en güçlü ta’lik hattatlarından Hulusi Efendi’nin en sevdiği Yesarizade yazısıymış. Onun ilk kitâbesi ise babası henüz hayattayken genç yaşta yazdığı şu anda Beşiktaş Deniz Müzesi’nde mahfuz Darağacı Maçunası kitâbesidir. Hattat Necmeddin Okyay’ın elinde bu kitâbenin yazı kalıpları varmış, ancak imza kısmı yokmuş. Necmeddin Efendi yıllarca bu yazının Yesari Mehmed Es’ad’a ait olduğunu düşünmüş ta ki kitâbeyi bulup Yesarizade’nin imzasını görene kadar. Bu da onun genç yaşında babasının seviyesinde yazabilme becerisine sahip olduğunu gösteriyor. Nitekim babasının vefâtının hemen ardından Eyüp Sultan Camii’ndeki imzasız inşa kitabelerinin ona ait olduğunu Yedikıta Dergisi’nde Osman Doğan ve Selman Soydemir ile birlikte neşrettiğimiz Eyüp Sultan Camii ile ilgili makalemizde ortaya koyduk. Mezkur ortak yazı bu literatüre önemli bir katkı sağladı.
Terekesinde irili ufaklı 65 binden fazla yazı bulunan bir sanatkârdan söz ediyoruz. Merhumun böylesi velûd yazı üretkenliğinin arkasındaki âmiller nelerdir?
Hat sanatında “seriü’l-kalem” diye bir ifade vardır. Kalemi hızlı olan, yani bir çırpıda kusursuza yakın yazı yazan anlamına gelir. Yesari öyle bir hattat. Oğlu ise bu konuda Allah vergisi harikulade bir yeteneğe sahip. Yazdığı yazıları neredeyse hiç tashihe lüzum görmeden çerçeveletebiliyorsunuz, yahut kitabe olarak hazırlanmak üzere taşçıya teslim edebiliyorsunuz. Bu araştırma sırasında Hattat Dr. Savaş Çevik’in koleksiyonunda olan Sultan II. Mahmud’un yaptırdığı eski Beylerbeyi Sarayı’nın onun eser-i hamesi olan yazı kalıbını incelediğimde ben de bunu şaşkınlık, dahası hayranlıkla müşahede ettim. Bu hakikaten çok az hattata nasip olabilecek bir beceri.
“Seriü’l-kalem”lik vasfından devam edelim…
“Seriü’l-kalem” olması gerçekten mühim. Bu durum onun bilhassa nişan taşları gibi “hızlı siparişleri” yerine getirebilmesine imkân tanıyordu. Diğeri ve daha önemlisi ise en velud olduğu çağın Sultan II. Mahmud gibi şehrin imarına ehemmiyet verilen bir zamana tesadüf etmesi…
Sultan Mahmud’un inşa ve ihya ettiği yapıların önemli bir kısmını Yesarizade’ye yazdırmış olduğu bu çalışmayla birlikte ortaya çıkmış oldu. Yani Yesarizade’nin devrin parmakla gösterilir bir hattatı (hatta ta’lik hattında akla gelen ilk kişi) olması kadar bu dönemdeki inşa faaliyetleri de bu kadar çok kitâbeyi yazmasına zemin hazırlamıştır diyebiliriz.
Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin bereketli ömrünün her gününe iki yazı karşılık geliyor. Üstadın mezkûr yazıları nerede, nerelere gitti?
Kitâbeleri tabii bu kitaba derc edilenlerle sınırlı değil. Kavala’da, İskenderiye’de, Hicaz’da, Balkanlar’da da kitâbelerine tesadüf ediyoruz. Yani aslında bütün bir Osmanlı coğrafyası söz konusu. Bununla birlikte eserlerinin kısm-ı azamının İstanbul’da olduğuna şüphe yok. Mimar Sinan’ın eserleri gibi düşünebiliriz. Onun da İstanbul haricinde eserleri varsa da inşa ettiği yapıların önemli bir kısmının İstanbul başta olmak üzere Marmara bölgesi dâhilinde olduğu bilinir.
Bunun haricinde bugüne ulaşamayan, kitâbesini onun yazdığını tahmin edebileceğimiz de birçok yapı var. Levhaları ise yazdığı kitâbelerin sayısı düşünüldüğünde sanki nispeten az gibi. Bunda da vaktinin önemli bir kısmını inşa kitabeleri yazmakla geçirdiği düşünülebilir. Bunların bir kısmının yazı kalıbı belki sarayda muhafaza edildi belli bir süre, sonra da zamanla elden ele intikal etti. Bazı özel koleksiyonlarda bu kalıpların varlığını biliyoruz.
Hem kalem güzellerinin hem de kitâbe güzellerinin layığı veçhile korunup gözetilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılmasında kişilere, sanatkârlara ve kurumlara ne türden görev ve sorumluluklar düşüyor?
Bizim esas problemimizin siyasi durumlardan ziyade genel bir eğitim sorunu olduğunu düşünüyorum. Bahane bulmak yerine en azından çat pat kitâbe okuyacak düzeyde Osmanlı Türkçesi bilgisine sahip olmak, şiirden ve hattan da belli bir miktar anlamak bu kitâbelerin korunması yönünde anahtar vazifesi görecektir.
Tekrar, göz aydınlığınız mesabesindeki kitabınıza dair sual edelim: Kitap dostları, sanat sevdalıları, hattatlar, sanat tarihçileri “Hattat Yesârîzâde Mustafa İzzet’in İstanbul Kitâbeleri”nde neler bulacak?
Kitabın son kısmında onun yazdığı kitabeleri; ketebeli, ketebesiz ve ketebeli/ketebesiz olduğu tespit edelemeyen kitabeler olarak tasnif ederek listeledik. Burada Yesarizade’nin; Sultan III. Selim, IV. Mustafa ve Abdülmecid devirlerini idrak etmiş ve onların yapıları için de kitâbe yazmış olsa bile en çok demin söylediğim sebeplerden ötürü Sultan II. Mahmud devrinde kitabe yazdığını görüyoruz. Bununla birlikte şunu açıkça söyleyebiliriz ki; Yesarizade bir “devlet hattatı”. Bununla ne demek istiyorum? Yani o ancak selâtin bir yapı söz konusuysa yahut bir sadrazam ve şeyhülislam gibi üst düzey devlet bürokratlarının yapıları için kitâbe yazıyor. Ayrıca şunu da eklemem gerekir ki kendisi de devlet adamı. Kadılık ve Kazaskerlik pâyeleri de var.
Gündeminizdeki yeni kitap çalışmalarınızdan da haberdar olmak isteriz?
Hat sanatı çalışmalarına ilgi giderek artıyor. Birçok önemli hattat üzerine akademik düzeyde çalışmalar yapılıyor. Bunun güzel bir gelişme olduğunu söylemek isterim. Ben de bu yönde makaleler yazdım ve yazmaya devam edeceğim nasipse. Aklımda ismini sıkça andığımız Yesari Mehmed Es’ad için de bir böyle bir çalışma yapma fikri var. Bu, hem sanat tarihimiz için bir aşama hem de bu büyük sanatçıları tekrar hatırlamaya vesile olacağı için bana heyecan veriyor.
Hasbihalimize ilave etmek istediğiniz hususlar?
Hat sanatı tarihimize âcizane bir katkıda bulunmayı hedeflediğim bu kitapla birlikte inşallah hat başta olmak üzere kadim sanatlarımızın kıymetini daha iyi takdir edecek seviyeye gelmemizi diliyorum.
Son olarak okuyucularımıza nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?
İstanbul içi mücevher dolu bir sandık. O sandığı hiç açmadan tavan arasında da bırakabiliriz, açıp kıymetini takdir de edebiliriz. Bu anlamda hepimizin az çok bir “İstanbul Sarrafı” olmaya cehd etmemiz gerekir diye düşünüyorum. Güzeli gören, güzele meyleden gözlere selâm olsun.
Veâleykümselam…
İbrahim Ethem Gören/09.07.2024 Yazı No: 408