Şükrü Olgun 2006 yılında 52 yaşında hüsn-i hat sanatıyla tanışmış bir emekli akademisyen. 16 yıl önce yazı sanatına gönlünü kaptıran Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin Matematik-Bilgisayar Bölümü Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükrü Olgun şimdiye kadar 4 Mushaf-ı Şerif yazmaya muvaffak kılınmış. El’an, Mushaf-ı Şerif’in kitâbet çalışmalarına devam eden Hattat Şükrü Olgun ile yazı serencamını ve Mushaf-ı Şerif kitâbeti hizmetleri özelinde bir e-mülakat gerçekleştirdik.
İbrahim Ethem Gören: Şükrü hocam, istirham etsem okuyucularımız için kendinizi tanıtır mısınız?
Şükrü Olgun: 1954 yılında Zile’nin Yünlü Köyü’nde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Zile’de, ilköğretmen okulunu Tokat’ta okuduktan sonra, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu hazırlık sınıfında okumaya hak kazandım. 1973 yılında Ankara Üniversitesi Matematik Bölümüne kaydoldum. 1977 yılında mezun olduktan sonra, kısa bir süre lise öğretmenliğimi müteakip, mezun olduğum fakülteye asistan oldum. 1979 yılında yüksek lisansımı, 1984’de de doktoramı tamamladıktan sonra, aynı yıl Eskişehir Anadolu Üniversitesi Matematik Bölümüne yardımcı doçent olarak atandım. 1989 yılında doçentliğimi tamamladım. 1993 yılında Anadolu Üniversitesi’nden doğarak kurulan Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’ne geçtim. 1995 yılında profesör olarak atandım. 2020 yılında emekli oldum. Evli ve üç oğul, altı torun sahibiyim.
Geride kalan 68 yılda neler yaptınız? Hangi çalışmalarda bulundunuz?
İlkokuldan üniversite sonuna kadar yazları hep köyde idim. Köyde gençlerin yapması gereken ne iş varsa yaptığımı söyleyebilirim. Kâh koyun ve kuzu peşinde koştum, kâh manda ve sığırlarımızı güttüm. Belki inanmakta zorlanacaksınız ama karasabanla çift sürdüm, kağnıyla harmana ekin sapı taşıdım.
Âlâ…
Ağustosun kavurucu sıcağında iki mandanın koşulduğu düven üzerinde sabahtan akşama kadar adeta çile çektiğimi söyleyebilirim. Sıcakta mandalarla düven sürmek çok zordur. Çünkü sıcakta mandalar inanılmaz derecede tembelleşir ve yavaşlar. Köy hayatını hiç sevemediğimi söyleyebilirim. Bu sebeple okulun yaz tatiline girmesini hiç istemez, tatilde de okulların açılmasını iple çekerdim. Okuyarak köyden kurtulup şehir hayatına kavuşmayı çok arzu etmiş olmalıyım ki, köylülerimiz yazları hayvanların peşinde bile elimden kitabın düşmediğini anlatır dururlar.
Çocukluğumdan üniversiteyi bitirene kadar köydeki rutin hayatım böyle geçti. Nihayet memuriyete geçip şehir hayatı muradıma kavuştuktan sonra, yazları köyüme gitsem de, köy hayatından kurtulmam için birer motivasyon kaynağı olan o ağır işlerin hiçbirini yapmam gerekmedi.
PROF. DR. LÜTFÜ OLGUN: MATEMATİK ÇOK ZEVDİĞİM BİR BRANŞ.
Kendimi tamamen akademik hayata vermiştim. Matematik çok sevdiğim bir branştı. Akademik dünyada gerektiği gibi çalışılmadığı takdirde, ilgili kariyer basamaklarını geçmek imkânsızdır. Şükürler olsun ki bütün söz konusu basamakları zamanında tamamlamak nasip oldu. Malum, eğitim en kutlu faaliyetlerin başında gelir.
Bittabi…
Bendeniz de bu mukaddes görevi tam 43 yıl boyunca seve seve ve doya doya yaptığımı söyleyebilirim. Ülkemizin her tarafında, yetiştirdiğimiz yüzlerce mezunumuzla karşılaşmak, en büyük şeref, onur ve bahtiyarlık olsa gerektir, diye düşünüyorum. Sorunuzla ilgili son söz olarak “tekrar dünyaya gelsem yine matematikçi olmak isterdim” demek istiyorum.
Ne güzel… Eğitim hizmetleriniz için büyükçe bir paragraf açalım…
Bir akademisyenin iki aslî görevi vardır. Bunlardan biri alanıyla ilgili bilimsel araştırmalar yapmak veya makaleler ve kitaplar yazmak, diğeri de lisans veya lisansüstü düzeyde dersler vermektir. Akademisyen, bilimsel çalışmalarını yürütürken mesai denen bir mefhum söz konusu değildir.
“GERÇEK BİLİM İNSANI SÜREKLİ PROBLEMLERLE UĞRAŞIR.”
Gerçek bir bilim insanının kafasında problem hiç eksik olmaz. Uyku dışında günün her saati, problem çözmek için düşünmekle geçirilecek önemli bir fırsattır. Araştırmacı; otururken, dolaşırken, hatta yatarken ve dahi tatilde bile zihnindeki problemi çözme mücadelesi verir ve vermelidir de. İşin en zor, en meşakkatli tarafı bu süreçtir. Ne var ki bu süreç hiç bitmez. Çünkü her branşta çözüm bekleyen sınırsız sayıda problem vardır. Akademisyen bir taraftan bu problemlerle cebelleşirken diğer taraftan da öğrencilerine ders vermekle yükümlüdür.
Sözün bu yerinde akademisyenlerin handikaplarına da nazar edelim…
Tabii ki… Ders yükünün fazla olması akademisyen için en büyük handikaptır. Çünkü bu durumda bilimsel çalışmalarına yeterli zamanı ayıramaz, böylelikle kendini geliştirme imkânlarından mahrum kalır.
Mezkûr keyfiyet sizin akademik hayatınız için nasıl gelişti?
Bahtiyarım ki akademik hayatımda ciddi bir zorlukla karşılaşmadım. Vermiş olduğum derslerle ilgili yazdığım kitaplarım, yurtiçi ve yurtdışı bilimsel dergilerde yayımlanmış çok sayıda makalelerim oldu. En onur duyduğum hizmetlerimden biri de şimdi çoğu profesör olan öğretim üyesinin yetişmesine vesile olmamdır. Eğitim alanındaki hizmetlerimden biri de, dördüncü Mushafımı yazdığım dönemde üniversitemizin Fen-Edebiyat Fakültesinde seçmeli ders olarak açmış olduğum kaligrafi ve hüsn-i hat dersi ile İlahiyat Fakültemizin temel derslerinden olan hüsn-i hat derslerini deruhte etmiş olmamdır.
Büyük bahtiyarlık…
Hamd olsun. Bu derslerim bana, matematikten yorulduğum zamanlarda dinlenmeme vesile olan, fevkalâde keyif aldığım, adeta sığındığım birer liman oldu. Nihayet 2020 yılında emekliye ayrılmak suretiyle aktif eğitim hayatımı noktalamış oldum.
Güzel sanat, estetik, ahenk; nezdinizde hangi karşılıkları buluyor?
Kâinatta makro ve mikro kozmosa hikmet nazarıyla baktığımızda, her varlıkta Allah’ın sınırsız Esmâ-i Hüsnâ’sının tecelli ettiğini görürüz. Yere adeta paraşütle iniyormuşçasına düşen her kar tanesinin mükemmel geometrik şekillere sahip olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu kar taneleri bir ahenk ve uyum içinde değil de gökyüzünden kar yumakları hâlinde inselerdi hâlimiz nice olurdu?
“HER VARLIKTA ESTETİK VE ÂHENK MEVCUTTUR.”
İşte her varlıkta çıplak nazarla görebildiğimiz ve göremediğimiz namütenahi estetik ve âhenk mevcuttur. Bir salyangozun kabuğundaki helezonik kıvrım, matematiğin üzerinde önemle durduğu bir cins meşhur helis eğrisidir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte güzel sanat, Allah’ın varlığa bahşetmiş olduğu söz konusu estetik ve ahengin müşahhas hâle getirilmiş biçimidir diyebiliriz.
Geleneksel sanatlarla ilk temasınız? Rakamlardan yazılara nasıl hicret ettiniz?
Geleneksel sanatlarla ilk temasım, 2006 yılında Eskişehir’de Tepebaşı İlçe Belediyesi tarafından açılan hüsn-i hat kursunda, kurs hocam Hattat Yusuf Sezer Beyefendi’yle tanışmam vesilesiyle olmuştur. Hocamla tanışmamızın ilginç bir yanını şöyle arz etmek isterim…
Lütfen…
Kurs duyurusunu gören iki matematik profesörü arkadaşımdan biri günlük el yazısını kaligrafik anlamda geliştirmek maksadıyla, diğeri de Osmanlı’nın belli bir dönemiyle ilgili matematik araştırmalarına sevda sardığı için Osmanlıca öğrenme ihtiyacını bu kursta giderebileceği umuduyla Yusuf Hocamla tanışmışlar. Meramlarını hocaya anlatınca ne yazık ki sükût-u hayâle uğramışlar.
Neden?
Çünkü Yusuf hocam onlara ne Osmanlıca ne de kaligrafi öğretebileceğini, görevinin sadece hüsn-i hat öğretmek olduğunu ifade edince, kursa kayıtları söz konusu olmamış. El yazılarımın kaligrafik anlamda güzel olduğunu düşünen arkadaşlarımın, bendenizi arayarak heyecanla, tam bana göre bir kurs açıldığını, hocayla en kısa zamanda görüşmemin uygun olabileceğini bildirmesiyle kurstan haberdar oldum. Bu vesileyle kendilerine bir kez daha teşekkür ediyorum.
Hattat Yusuf Sezer’le nasıl tanıştınız?
Kursa, müstakbel hocamla görüşmeye adeta koşarak gittim. Meğer kurs açılalı bir hafta olmuş, inanılmaz bir öğrenci kalabalığı var. Kimi içeride, kimi dışarıda meşk sırasını beklemekte… Kursa olan bu olağanüstü teveccüh bendenizi ziyadesiyle heyecanlandırdı. Yusuf hocamla hem tanışma hem de meşk sırasına girdim. Nihayet sıram gelince kendisiyle tanışmak nasip oldu. Çok sıcak ve samimi ilgisiyle karşılaştım. Haftalık meşkimi (ödevimi) alarak ayrıldım. Başlayışım bu şekildedir.
2006 yılından dördüncü Mushafımın yazımını bitirme tarihim olan 2016 yılına kadar hiç ama hiç durmaksızın çalıştım. Rakamlardan yazılara böyle hicret etmiş oldum vesselam.
52 yaşında tanıştığınız hüsn-i hat sanatına dair önceleri müktesebatınız nasıldı?
52 yaşında hüsn-i hat kursuna başlayıncaya kadar hüsn-i hatla ilgili hiçbir müktesebatımın olmadığını söyleyebilirim. Ama kaligrafiye aşırı bir ilgim vardı. El yazımı sürekli geliştirmeye, güzelleştirmeye hep gayret ettim. Kursa başlayınca güzel yazının önemini daha yakından idrak ettim. Kaligrafiye olan meylim kat kat fazlasıyla hüsn-i hat aşkına evrilmiş oldu.
2006 yılına kadar hüsn-i hatla ilgili hiç müktesebatım yoktu derken, küçük bir anekdotu müsaadenizle arz edeyim…
Sizi dinliyorum muhterem hocam…
İlkokul veya ortaokul yıllarımda evimizin ahşap zahire ambarı üzerine tebeşirle nereden takliden yazdığımı hatırlamadığım bir nesih Besmele-i Şerif yazım en az 60 yıldır hâlâ silinmemiş, duruyor. Kezâ en sevdiğim ortaokul ders kitaplarından biri olan Ahmet Hamdi Akseki’ye ait İslâm Dini adlı eserin baş kısmındaki nesih Besmele-i Şerifi de, hemen altına takliden yazmışım. O da hâlâ silinmemiş.
Ne güzel… Hattat Yusuf Sezer ve Hattat Mahmut Şahin’den yazı dersleri aldınız. Yazı meşk günlerinizi, yıllarınızı konuşalım. Kendilerinden ne kadar süre ders aldınız?
Meşk kelimesini hat sanatına özgü anlamıyla ilk kez kursa başladığım günlerde duymuş ve öğrenmiştim. Gerçek aşktan kinâye bir kelime olduğunu düşünerek bu lafzı çok sevimli ve sempatik buldum. Hâlâ da en hoşuma giden kelimelerden biri olarak görüyorum. Her iki hocamdan da yaklaşık birer yıl ders almış oldum. Yani toplamda iki yıllık fiilî bir meşk sürecim oldu. Bu iki yıl boyunca sadece nesih yazı meşk ettim. Sülüse vaktim olmadı. Meşk arkadaşlarım arasında belki benden daha iyi yazanlar olmuştur ama burada tevazua gerek görmeden açık yüreklilikle söyleyebilirim ki benden daha çok çalışan, meşk eden bir arkadaşım olduğunu düşünmüyorum.
Akademik hayatım dâhil olmak üzere, 68 yıllık ömrümde, bir konu üzerinde hiç bu kadar çaba sarf ettiğimi bilmiyorum. Hakikaten bu böyle olmuş olmalı ki, iki kıymetli hocamın da Mushaf yazmaya başlamam hususunda ciddi ısrarları olmuştur. Hiçbir hat hocasının sadece iki yıl kurs görmüş bir öğrencisine Mushaf yazma görevi emanet ettiğini şahsen ben bilmiyorum.
Ben de ilk defa duyuyorum.
Hüsn-i hat sanatının bu en büyük projesine fakiri lâyık gördükleri için her iki hocama da kalbî şükranlarımı sunuyorum. Ancak ben hocalarım kadar kendimi bu ateşten gömleği giymeye ehil görmediğim için, görevi üstlenmede günlerce tereddüt ettim. Hocalarımın ısrarlı teşvikleri devam edince daha fazla dayanamayarak kabul etmek durumunda kaldım. Adeta yüzme bilmeden denize atılmıştım. Şükürler olsun ki Allah yardım etti ve iki buçuk yıl gibi kısa bir süre içinde birinci Mushafımın yazım işi bitti. Mushafımın her cüzünü Yusuf Sezer hocamın gözetimi ve denetimi altında yazdığımı belirtmek isterim. Her bir cüzü tek tek okuyup değerli önerilerini esirgememiştir. Rabbim kendisinden razı olsun.
Âmin. İcazet süreciniz nasıl gelişti?
Hat sanatında icazet sahibi olmak gibi bir amacım hiç olmadı. Nitekim hatta başlayışımın üzerinden on yıl geçmesine ve dört Mushafın yazımını tamamlamama rağmen Yusuf hocama icazet konusunda en ufak bir imada dahi bulunmadım. Çünkü icazet istenmez, lâyık olunursa verilir. Resmî icazet belgesi şunun için gerekli olabilir: Kadim hat sanatı geleneğinde icazeti olmayan bir hattat yazdığı yazıların altına imzasını koyamaz. Koyarsa ne olur? Bir şey olmaz ama bu ahlâken doğru değildir. Belki bu mülâhaza ile icazet almak gereklidir. Dördüncü Mushafım bitmişken veya bitmek üzere iken Yusuf hocam bir gün beni telefonla arayıp artık icazet alma vaktimin geldiğini belirterek, üniversitemizin konferans salonunda icra edilmek üzere icazet töreni için bir tarih belirlenmesi hususunda gerekenin yapılmasını rica ettiğinde yaşadığım şaşkınlığı anlatamam. Ama çok mutlu olduğumu da itiraf etmek isterim. Netice-i kelâm, 18 Nisan 2016 günü icazet tören günü olarak belirlendi ve başta akademisyen arkadaşlarım olmak üzere tüm değerli dostlarımın huzurunda icazet töreni icra olunmuş oldu.
Yazı icazeti hattatın omuzlarına ne türden görev ve sorumluluklar yüklüyor?
Hat sanatında icazet almış bir hattat artık kendisinin tamamen olgunlaştığını, hocasına ve kimseye ihtiyacının kalmadığını düşünmemeli, bilhassa hocasıyla olan münasebetine devam etmelidir. Hat sanatı 1400 yıllık bir süreçte onu icra etme ahlâk ve hukukunu oluşturmuştur. Dolayısıyla hattat, sanatın bu kadim geleneğini koruyup kollamak ve hocasının izinde, sanatın izzetini koruyarak devam etmekle yükümlü olduğunu bilmelidir.
Yazıyla teşrik-i mesainizin bidayetinden itibaren hangi mülâhazalarla Mushaf-ı Şerif kitâbetine yöneldiniz?
İbnül Emin Mahmud Kemal İnal tarafından yazılan ‘Son Hattatlar’ ve Uğur Derman hocanın yayımlamış olduğu ‘99 İstanbul Mushafı’ gibi eserlere baktığımızda hat sanatında başat amacın Mushaf kitâbeti olduğu görülür. Bendeniz de hat sanatına başladığımdan itibaren en önemli kalıcı eser olarak en az bir Mushaf-ı Şerif yazmayı hedefledim. Çok şükür bu da nasip oldu.
Elhamdülillah… Mushaf kitâbeti hizmetleriniz için büyükçe bir paragraf açalım.
Az önce ‘Son Hattatlar’ ve ‘99 İstanbul Mushafı’ndan söz etkim. Bu kitapları defalarca tetkik ettiğimi belirteyim.
Neler gördünüz bu kitaplarda?
Oralarda gördüm ki pek çok hattatın, değil birkaç Mushaf, onlarca Mushafından bahsediliyor. “O zaman biz niçin bir tek Mushafla yetinelim. Bunun için bir engel var mı?” Yok. O hâlde “devam” dedim. Mushaf kitâbetine önce Amme cüzünü basılacak düzeyde yazarak başlamak istedim. Cüzün yazımını bitirip, ebru kullanarak kendimce tezhibini yapıp, ciltleme işini de tamamladıktan sonra Mahmut Şahin hocaya gösterdiğimde, baştan sona göz attıktan sonra, belki biraz âmiyâne olacak ama söylemeden edemeyeceğim, aynen şunu söyledi: “Yazdığınız şu Amme cüzü, piyasadaki pek çok emsâline beş basar”. Bu söz beni sadece mutlu etmekle kalmadı, adeta uçurdu. Bu iltifat ve teşvik Mushaf yazmaya başlama cesaretimi katladı ve nihayet 2008 yılında Mushaf kitâbeti serencamım başlamış oldu. Yaklaşık iki buçuk yılda ilk Mushafımın yazımı tamamlanmış oldu. Böylece Mushaf yazma hususundaki özgüven sorunum tamamen zâil olmuş oldu. Hiç ara vermeden ikinci Mushafı yazmaya başladım. Yaklaşık iki yıl gibi bir sürede bunu da tamamladıktan sonra üçüncü ve dördüncü Mushaflarımı da ikişer yıl gibi sürelerde tamamlayarak dört Mushafımın yazımını ikmâl etmiş oldum.
Hangi imlâlar üzerine kitâbette bulundunuz?
İlk üç Mushafı Ali el-Kârî imlâsıyla, dördüncüsünü Resm-i Osmanî imlâsıyla yazdım.
Bir Mushaf-ı Şerifin yazılma süreçlerini özetlemenizi istirham ediyorum.
Mushaf yazımına evvela malzeme hazırlığıyla başlanır. Bu malzemeler şöyle özetlenebilir: Yazılacak kuşe kâğıt tercihen krem rengine yakın boyanmalı ve matbaada gizli satır çizgileri çizilmiş olmalı (bu çizgiler yazı yazıldıktan sonra görünmez olur). İyi kaliteli is mürekkebi, lika ile birlikte hokka içinde ne katı ne çok sulu olmayıp, hattatın tecrübesine göre en uygun kıvamda hazırlanmalıdır. Uzun süre dayanıklılığını koruduğundan ve sık sık uç tıraşı yapma gereği duyulmadığı için metal uçlu kalem tercih edilmelidir. Mamafih bambu kamış kalemiyle de yazılabilir. Bozuk yazıları silmek için bir parça pamuk da hazır olmalıdır. Bütün bu ön hazırlıklar tamamlandıktan sonra iş, her gün tahammül edeceğiniz süre kadar yazmaya kalır.
Günde kaç saat yazdınız?
Günde 12-15 saat kadar… Ancak bu tempoda çalışılırsa, bir Mushaf iki veya iki buçuk yıl gibi bir sürede tamamlanabilmektedir.
Bununla ilgili olarak kendime şöyle bir ölçü koydum: Günde arkalı-önlü olmak üzere 1 yaprağı yazmalıyım. Buna göre ilk Mushafımda bu süre günde 15 saatin hemen hiç altına düşmedi. Diğer Mushaflarda 12-13 saate inebildi. Aksi takdirde Mushaf yazımı uzar da uzar... Nitekim günümüz hattatlarından birinin bir Mushafı beş yılda, bir diğerinin de kırk küsur yılda bitirdiği bilinmektedir.
Bir, iki, üç derken dördüncü Mushafı da yazmaya muvaffak kılındınız. İlk Mushaf kitâbetinin ardından diğerlerini yazma arzunuza nazar edelim.
Bunun bir sebebi yazı yazma yeteneğini geliştirme arzusu ise bir diğer sebebi de tarihte onlarca Mushaf yazan hattatlar olduğunu bildiğimize göre, “biz niçin tek Mushafla yetinelim”dir.
Yazdıkça kitâbette husûle gelen tekâmül seviyesi de artıyor. İlk Mushafınızdan dördüncüye geldiğinizde yazılarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yazdıkça kitâbetteki tekâmül seviyesinin arttığı elbette teorik olarak doğru bir tespittir. Ancak bunun abartılmaması gerektiği kanaatindeyim. Şöyle ki, bir atlet kendi alanında kırmış olduğu bir rekoru nadiren kırabilir veya egale edebilir. Bu bakımdan birinci Mushafımdan dördüncü Mushafıma doğru gayet tabi bir gelişme olmuştur. Ancak şahsen benim gözle görebildiğim kadar kayda değer bir farklılık söz konusu değildir. Nitekim yıllar önce yazdığım bazı yazılarıma dönüp baktığımda hayretler içinde kalıyor; şimdi o düzeyde yazıp yazamayacağıma karar veremiyorum. Belki bundan dolayı üstat Hamid Aytaç’ın 80’li yaşlarında yazmış olduğu iki Mushafına, “keşke onları 40’lı 50’li yaşlarında yazsaydı” diye eleştiriler vardır.
Bir Mushaf-ı Şerifiniz DİB Mushafları İnceleme ve Kıraat Kurulu Heyetinden muvafakat aldı. Baskı süreçleri ne durumda?
Muvafakat işlemi tamamlandıktan sonra basılması kaydıyla Mushafımı bağışlamak istediğime dair Diyanet İşleri Başkanlığı’na başvurum oldu.
Nasıl bir dönüş oldu?
Cevaben, Mushafın incelendiğinin ancak bir özel yayınevi veya Diyanet Vakfı tarafından basılmasının daha uygun olacağının bildirilmesi üzerine Diyanet Vakfı’na müracaat ettim. Orada ilgili heyetler tarafından tekrar incelendi ve basım kararı alındı. Hatta benden hard disk istendi ve temliknâme dahi düzenlenmesine rağmen yaklaşık on yıldır hiçbir resmî ses, seda gelmedi. Bundan böyle de geleceğini zannetmiyorum.
Mevcut Mushaflarınızı bastırmak isteyen kurum ve kuruluşlara nasıl bir mesaj vermek istersiniz?
Birinci Mushafımın her bakımdan basıma hazır olduğunu belirtmiştim. Ancak diğer Mushaflarımın, Mushafları İnceleme Kurulu nezdindeki incelemesi yapılmış değil. Ayrıca bu üç Mushafımın tezhipli olmadığını da belirtmeliyim. Netice olarak söz konusu eksikliklerin tamamlanması ve basılması kaydıyla tüm Mushaflarımı telif ücretsiz bağışlamak istediğimi belirtmek istiyorum.
Var olunuz… İlâhiyat Fakültelerinde, İmam Hatip Okullarında, Kur’an kurslarında, medreselerde ekseriya bilgisayar hatlı Mushaf-ı Şerifler tercih ediliyor. Bu meyandaki kanaatlerinizi almak isteriz.
Sevgili İbrahim Ethem Bey kardeşim, bu sorunuz için size özellikle teşekkür etmek istiyorum. En büyük yarama parmak bastınız. Evet, bahsettiğiniz kurumlarda bile, ben “bilgisayar hatlı” demeyeceğim, “bilgisayar dizgili” Mushaflar tercih ediliyor. Ben hüsn-i hat konusunda gelmiş olduğumuz bu noktayı bir fecaat olarak değerlendirmeyi bile az buluyorum. Gerçekten o ruhsuz bilgisayarın döktüğü hiçbir okubenisi olmayan, ilk satırdaki ‘vav’ neyse son satırındaki de onun kopyası olan, son derece hareketsiz, monoton, oldukça soğuk, hiçbir sempatisi ve sıcaklığı olmayan sözüm ona “dizgileri” nasıl tercih ediyorsunuz? Çocuklarınızın matematik kurslarına etek dolusu paralar dökerken, “çocuğum Kur’an’ı iki günde öğrensin, kaybedecek vaktimiz yok” kolaycılığına nasıl düşülüyor, bunu havsalam almıyor doğrusu. Kendimiz veya çocuğumuz Kur’an’ı-Kerîm’i güzel bir hüsn-i hatla yazılmış el yazması Mushaftan 2-3 gün yerine 1 hafta 10 gün içinde öğrense çok şey mi kaybederiz? Bu hususta söyleyeceğim daha çok şey var ama yerimizin buna müsait olmadığını düşünüyorum.
Eyvallah… 2013 yılında Türk hat sanatının kurucu şahsiyeti Şeyh Hamdullah’ın memleketi Amasya’da düzenlenen Osmanlı’dan Günümüze Kur’an ve Hüsn-i Hat serlevhalı sempozyuma katılarak, “Türkiye Basımı Bazı Mushaflarda 100 Yıldır Yanlış İmlâ Edilen Bazı Kelimeler Üzerine Düşünceler” başlıklı bir bildiri sundunuz. Hâlâ bazı kelimeler üzerinde yanlış imlâlar söz konusu mu? Bildiriniz özelinde genel bir değerlendirme istirham ediyorum.
Evet, bildiride sunduğum yanlış imlâlı kelimelerin dışında da başka yanlış imlâlı kelimeler ne yazık ki mevcut.
Hangi kelimeler?
Görebildiğim iki kelime “gâle” ve “âtâniye” kelimeleridir. Ali el-Kârî imlâlı tüm Mushaflarda “gâle” kelimesi elifle, Resm-i Osmanî imlâlı bir Mushafta ise, her yerde elifle yazılmasına rağmen, bir tek Enbiya sûresinin son ayetinde elifsiz olarak imlâ olunmaktadır. Bu ilginç istisnai durum, adı geçen kelimenin “gâle” değil de “gûl” olma yüksek ihtimalini akla getirmektedir. Elifsiz “gâle” ile “gûl” kelimelerinin harekesiz kalıplarının aynılığı aşikâr olduğundan, bir kâtip hatasıyla, “gûl” kelimesinin elifsiz “gâle”ye dönüşmüş olma ihtimali yüzde yüze yakın görünmektedir. Çünkü kıraat imamlarının hemen hepsinin de bu kelimeyi “gûl” biçiminde okudukları iyi bilinmektedir.
“Âtâniye” kelimesine gelince; Neml sûresi 36. ayette geçen bu kelime Mushaflarda üç farklı şekilde yazılmaktadır: Hattat Hamid Aytaç’ın bir Mushafı ile Fahd Mushafında bu kelime elifsiz biçimde ve sondaki “ya” harfi “nun”dan ayrı yazılmaktadır ki, bu, hat yazım kurallarına aykırı olduğundan kanaatimizce yanlış bir imlâ şeklidir. Diğer taraftan Hasan Rıza Efendi’ye ait olan bir Mushafta kelime “elif”le, Büyük Hafız Osman’a ait bir Mushafta ise “elif”siz olarak yazılmaktadır ki, her ikisinin de hat yazım kurallarına uygun olduğu söylenebilir.
Hüsn-i hat bizatihi şeair-i İslamiyyenin ihyasıdır. Osmanlı asırlarında Mushaf hizmeti olarak tebarüz eden hat sanatı, son iki asırdır levha sanatına evrilmiş durumda. Bu husustaki kanaatleriniz nasıl?
Bu sorunuz için de çok teşekkür ederim. Fevkalâde yerinde ve doğru bir soru. Az önce de belirttiğim üzere hat sanatının asıl misyonu Kur’an’ın taşıyıcılığını yapmak, yani Mushaf yazımında kullanılmaktır. İşin görsel ya da levha yazımı ikinci planda gelir. Ancak ne var ki el yazma Mushaf kavramı Türkiye’de, belki de tüm İslâm âleminde, terk edilmiş görünüyor. Varsa yoksa bilgisayar dizgisi Mushaf! Bu durum bana göre sanatımız ve kültürümüz adına akıl almaz bir faciadır. Burada başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, İlâhiyat Fakülteleri, Kültür Bakanlığı, tüm hattatlar camiası ve ilgili tüm sivil toplum kuruluşlarına büyük görevler düşmektedir. Bu konuda toplumumuzda bir hassasiyet oluşturulmalıdır.
Meselâ…
Meselâ, İlahiyat Fakültelerinin İslâm Sanatları ve Tarihi Ana Bilim Dallarında el yazması Mushafla ilgili araştırmalar ve uygulamalı çalışmalar duymuyor, bilmiyoruz. Yani el yazması Mushaf çalışması işi yüksek lisans veya doktora tez konusu olmayacak kadar önemsiz mi? Neden Diyanet İşleri Başkanlığı zaman zaman yasak savma kabilinden veya teberrüken el yazması Mushaf basar ve onun da baskı adedini üç-beş binle sınırlarken, bilgisayar dizgisi bir Mushafı yüz binlerce adet basmayı tercih eder? İhmal ve yanlışları çoğaltmak mümkündür ama sanırım bu kadarı yeter.
Sözün bu yerinde zât-ıâlinize mesleğinizle ilgili bir sual tevcih edelim. Malum olduğu üzere sülüs yazıda hiçbir harf sağ taraftan gelmez, tam 90 derece olarak da inmez. Sol taraftan gelir. İlk akış açısı da 90 derecedir. Bu açılar harflerde farklılık arz eder. Ayrıca tüm harfler altın oranla (üçte bir) yazılır. Bu yazı için “cismanî aletlerle icra edilen ruhanî mühendislik” denilmiştir. Siz de matematik profesörü ve geometri ana bilim dalında çalışmalar yaptınız. Bu husustaki mütâlaâlarınızı almak isteriz.
Kur’ân-ı Kerîm’de evrendeki her şeyin bir ölçüye göre yaratıldığı buyuruluyor. Ölçü olmadan bir estetik ve âhengin olamayacağı açıktır. Vahyin inmeye başladığı dönemde Arap alfabesinin durumu, sanat nokta-i nazarından bakıldığında içler acısı bir hâldedir. Hâliyle vahyin ilelebet harflerin bu perişan hâliyle taşınması düşünülemezdi. Çünkü O, kendisi gibi en güzel ve en mükemmel şekliyle yazılmaya lâyıktı. Bunun idraki içindeki hattatlar o eciş bücüş harflerden müteşekkil alfabeyi sanat açısından muazzam bir inkılap faaliyetine tabi tutarak güzel sanatların önemli bir unsuru hâline getirdiler. Bu inkılap cehdinin vahyin inmeye başlayışından günümüze hiç inkıtaa uğramadan sürdüğünü biliyor, inşallah bundan böyle de devam edeceği hususunda ümitvar olmak istiyoruz. Bu ceht sayesinde harfler kesin matematik ölçülerine kavuşarak şimdilik en güzel şekillerine dönüşmüştür ki, bu, yeryüzünde hiçbir alfabenin ulaşamadığı bir mazhariyettir. Bu sebeple hüsn-i hatla hiçbir kaligrafi mukayese edilemez.
Bundan sonraki hedefleriniz?
Bundan sonraki en büyük hedefim sülüs yazıda da icazet alabilecek noktaya gelmek ve dört Mushafımın da yayımlandığını dünya gözüyle görmektir.
İnşallah. Hasbihalimize sizin ilâve etmek istediğiniz hususlar nelerdir?
El yazması Mushafa dönüş hususunda, şüphesiz, en büyük görev Diyanet İşleri Başkanlığı’na düşmektedir. Sayın Başkanlık bir an önce bilgisayar dizgili Mushaf basımını kendisi terk etmeli, hüsn-i hat yarışmaları düzenleyerek el yazması Mushaf yazdırıp yalnızca böyle Mushafların basımı ile iştigal etmeli, Mushaf basım işiyle ilgilenen yayınevlerini de tedricen el yazması Mushaf basma faaliyetine teşvik etmeli, gerekirse yasal yetkisini kullanarak zorlamalıdır. Resmî ve özel tüm Kur’an kurslarıyla İmam Hatip Okulları ve İlâhiyat Fakültelerinde el yazması Mushaf zorunlu hâle getirilmelidir.
Son olarak okuyucularımıza nasıl bir mesaj vermek istersiniz? İlginiz için teşekkür ederim.
Değerli okuyucularımızdan en büyük istirhamım, evlerinde en az bir el yazması Mushaf bulundurup Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’ı bu Mushaftan okumaları, herkesi de böyle bir Mushaftan okumaları hususunda teşvik etmeleridir.
İlginiz için teşekkür ediyorum Şükrü hocam.
Muhterem İbrahim Ethem Bey kardeşim, bana böyle güzel bir sohbet imkânı lütfettiğiniz için çok teşekkür ederim.
Hâmiş: Kıymetli hattat Şükrü Olgun ile tanışmamıza vesile olan değerli arkadaşım, kıymetli mûsikî âlimi Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi’ye teşekkürü borç biliyorum.
İbrahim Ethem Gören-17.01.2023 Yazı no: 334