Mustafa Düzgünman ebrû sanatımızın son büyük üstadı… Hocası Hezârfen Necmeddin Okyay’dan ebrî sanatının incelik, usûl, erkân ve esaslarını kavrayarak, kıymet bilen talebelerine öğreten ve kadîm ebrû sanatımızın biiznillah bugünlere ulaşmasını temin eden müstesna bir şahsiyet. Başka bir deyişle ebrunun cefasını çekmiş bir insan-ı kâmil; hakikatli usta…
17 Eylül 2022 Cumartesi günü Birlik Vakfı’nda “Vefâtının 32. Yıldönümünde Ebrû ve Cilt Sanatkârı Mustafa Düzgünman” serlevhalı bir konferans düzenlendi. Kürsüde merhum Mustafa Düzgünman’ın talebesi Alparslan Babaoğlu vardı. Ebrûcu Babaoğlu, üstadına rahmeti vesile kılarak hocasının kendi dilinden hayat hikâyesini, eserlerini, sanata, hayata ve hakikate bakışını özel arşivindeki fotoğraflara gönül dilini yükleyerek arz etti.
Biz de Alparslan Babaoğlu’nun mezkûr konferansta Mustafa Düzgünman Hoca’nın M. Zeki Kuşoğlu’na 12.07.1986 tarihinde kendi el yazısıyla takdim ettiği muhtasar hayat hikâyesini sanatkâr üstadımıza rahmeti vesile kılarak yayınlıyoruz.
Kuveyt Türk Katılım Bankası ailesi nezdinde Mustafa Düzgünman Üstad’a rahmet niyaz ederken, Prof. Dr. M. Zeki Kuşoğlu’na ve Dr. Alparslan Babaoğlu’na sağlık ve afiyet temenni ediyoruz.
SAYIN M. ZEKİ KUŞOĞLU’NA MUHTASAR HAYAT HİKÂYEMDİR. 12.07.1986
İsmim Mustafa Düzgünman. 1920’de Üsküdar Sultantepe Hâce Hesnâ Hâtun mahallesinde doğdum. Babam da Sultantepe doğumlu imam, hatip, hâfız Sâim Düzgünman’dır. Annem Şükriye Hanım da Üsküdarlı’dır. İlk tahsîlimi Ayazma mektebinde tamamladım.
Babamın Üsküdar’daki aktar dükkânında çalışırken bir yandan da Kur’an okuma, müezzinlik ve dînî mûsıkî meşk ediyordum. İlk mûsıkî hocam Hünkâr müezzinbaşı Hâfız Muhittin Tânık Bey’dir. İlk okuduğum Hak Teâlâ Bahri mevlîdini hocanın desteğiyle Üsküdar Yenicâmi’de bir kandil gecesi okudum. Üsküdar Çarşamba Rufâî Tekkesi Şeyhi Hayrullah Tâceddin Efendi’den daha klâsik dînî eserler geçtim. Arkadaşlardan bir grup kurup mevlitlerde tevşih okuyorduk. Babamın Aziz Mahmûd Hüdayî Hazretleri’nin câmiinde imam olması sebebiyle orada cumhur müezzinliği, terâvih müezzinliği gibi özelliği olan cemiyetler yapardık. Grup başı bendim.
RAMAZAN GECELERİ GİTTİĞİMİZ CAMİLER DOLARDI.
Ezan okumam muhtelif makamlarda olur ve dinlenirdi. Uğur Derman kardeşimiz o günleri çok iyi bilir. Kendimi methetmek istemem, Ramazan geceleri gittiğimiz câmiler dolardı. Hey gidi günler hey.
Bu işler olurken evde basit ciltler yapmaya başladım. Bu durum üzerine dayımız Necmeddin Hoca (Necmeddin Okyay) beni Güzel Sanatlar Akademisi Türk Tezyînat Şubesi’ndeki kendinin de hocası olduğu Kadîm Cilt ve Ebrû kısmına yazdırdı. Kayıt târihim 1938’dir.
Önce klâsik cildi öğrendim, sonra ebrûya başladım. Evde ebrû teknesi kurdum ama pek muvaffak olamadım. Mektepte yapardık, evde niye olmadı? Çünkü orda işe hocanın tecrübeli eli değiyordu. İşi hocaya açtım. Keyifli gülüşünü unutamam. İki kere evimize geldi, hatâlarımı gösterdi. Fakat ebrû işi göründüğü gibi kolay bir iş değildi. O gün bu gün kırk senedir ebrû yapıyorum.
1944’te hastalandım, sol ciğerimde kanama oldu. Câhil doktorların elinde nerede ise ölecektim. Vâlidebağ Pravatoryumu’na yatırdılar. Doktorlar artık ümit yok demişler. Allâh’ın işi, rahmetli Doktor Mehmet Dedeoğlu beni kurtardı. Tedâvim üç sene sürdü. Pek ender olan bir ârızaymış, bu hastalığın ismini şimdi hatırlamıyorum.
“O, EVLİYA KİTABIDIR.”
Akademideki öğrenciliğim sıralarında zannedersem 1942’de Akademi çapında büyük bir sergi yapıldı. Burada üç büyük vitrin eser teşhîr ettim. O eserleri hâlâ saklıyorum. İsmet İnönü, Reis-i Cumhur olarak sergiyi ziyârete geldi. Benim vitrinlerin önüne geldiği zaman Türk Tezyînatı Şefi Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey, benim ciltleri göstererek “ bu eserleri yapan bu talebedir” diye beni Paşa’ya takdim ettiler. İnönü elimi sıkıp beni tebrîk etmişti. Bir başka gün Maarif Vekîli Hasan Âlî Yücel sergiye geldi. Yine benim vitrinlerin önüne geldiği zaman takdirle bakarken Tuğrakeş Hakkı Bey vitrinden bir ciltli kitabı çıkarıp baksın diye Hasan Âlî Bey’e uzattı. Hasan Âlî Bey “bu ne kitabı” diye sorunca ben ön planda olduğum için sözü hemen yapıştırdım. “O, evliyâ kitabıdır” dedim. Kitabın ismi Miyâr-ül Evliyâ idi. Ben öyle deyince o mütebessim bir çehre ile “biz de onlardanız” dedi. Onunla bâzı şeyler konuştuk, elimi sıktı. Hasan Âlî Bey sergiye girip, Türk Tezyînat sergisinin azâmetini görünce “Allah Allah bârekallah” demiş.
Atölyede çalışırken rahmetli Rikkat Hanım da (Rikkat Kunt) gelir, cilt işleriyle uğraşırdı. Yaptığı şemse ciltler herhâlde evindedir.
1953’te askere alındım. Altı ay sakat askerlik yaptım. Üç ay Selîmiye’de, üç ay da Harbiye’de. 1. Ordu karargâh matbaasında mücellitlik yaptım. 1953’ün Temmuz’unda terhis oldum. Hastalık ve askerlik dolayısıyla Akademi ile ilgim kesildi. Askere gitmeden önce evlenmiştim. 1953’te oğlum Ali Haydar, 1962’de kızım Yasemin doğdu.
Ben çocuk denecek yaşta iken babam Hz. Hüdâyî Âsitânesi’ne imam ve hatîb olarak tâyin edilmişti. Ben de maddî ve manevî olarak o makâma bağlanmış oldum. Birkaç sene hizmetten sonra babam görevden ayrıldı ama ben ayrılmadım.
1954’TE AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ’YE TÜRBEDÂR OLDUM.
Necmeddin Efendi’nin tavassutu ile 12 Şubat 1954’te Aziz Mahmûd Hüdâyî’ye türbedâr oldum. Kırk beş lira aylığım vardı. Türbe haraptı, aldığım aylıklarla türbeyi onarmaya muvaffak oldum. Fakat bu süre içinde hâdiseler de eksik olmadı. Türbenin kurşunları çalınır, karakollara giderdim. Vakıflar masraf etmez, ben adam bulur çatıyı yaptırırdım. Çoğu kere masrafları dükkânımızdan karşılardım. Dergâhın aşağı sokağındaki Cennet Efendi türbesine de ben bakardım. Ahşap ve haraptı. Orayı da yaptırdım ama yandaki evde çıkan yangınla 17 Şubat 1961 Ramazanında orası da yandı. Buna çok üzülmüştüm. Türbe yeniden yapılmayınca orayı da açık hazîre olarak tanzim ettim ve ağaçlandırdım. Beni türbeler müdürlüğüne “O ticaretle uğraşıyor, ne işi var türbede” diye şikâyet etmişler. O da yetmiyormuş gibi bu insanlar beni huzursuz ediyorlardı. Yine müdürlüğe “Orası ham sofular karargâhı oldu” diyorlarmış. Baskılara dayanamadım, istifa ettim. İçim kan ağlamıştı.
1986 Ramazan Bayramı’nda dergâhı ziyârete gittim. Bir de ne göreyim, türbeyi mahvetmişler. Hz. Hüdâyî’nin sandukası etrafında çevrili altın varaklı özel parmaklığına, vurmuşlar kurşûnî soba yaldızını. Sandukalar üzerindeki kıymetli şallar, Kâbe örtüleri, el işlemeli yazılı kıymetli peşkîrler, örtüler yok olmuş. Yerine Kapalıçarşı usûlü neftî çuha çekmişler. Perdeler sökülmüş ve yerlere makine halısı döşemişler. 135 senelik Abdülmecid yapısı âsâr yok olmuştu. Mihrâbının iki yanındaki kıymetli mumlar yok olmuştu. Câminin çok kıymetli levhaları vardı, temizlik dolayısıyla yerinden toplanmış ve çoğu yerlerine takılmamış, yerleri boştu. Uğur Derman kardeşime meseleyi haber verdim. O da vakıflara iki defâ haber verdi. İlgilenen bile olmadı.
Dergâhın emniyet kasası gibi kullanılan I. Ahmed devri yapısı bir oda vardı, onu da yıktılar. Vakıflar yine ses çıkarmadı. Bunlar benim acı hâtırâlarım.
O CAMLAR ŞİMDİ UĞUR DERMAN’DADIR.
Akademiye gittiğim senelerde fotoğraf çekmeye başlamıştım. O zaman basit körüklü makinalarla cam negatife çekerdik. O usûlle epey sayı fotoğraf çekip banyosunu ve tabını da kendim yapardım. O camlar şimdi Uğur Derman’dadır.
Benim 2 yaş büyüğüm ağabeyim Ahmet Düzgünman teknik sanatkârdır. İkimizde de o yıllarda tesbih merâkı gelişmişti. O iyi de tesbih yapardı. Sonunda iyi bir koleksiyonum da olmuştu.
Türbedarlık yaptığım sıralarda Doğancılar Nasûhi Câmii imamı hastalanınca yerine teberrüken imam oldum. Övünmek gibi olmasın ama imamlığım rağbet gördü, cemaat arttı. Çünkü ben hutbeleri tertîp ederken onu akılcı ve mantıklı hazırlar; içine mânâ neşesi katardım. Bir hutbede “bu şerîat-ı İslâmiye aklîdir” demiştim. Bunu Üsküdar Müftüsüne yetiştirmişler. İki ay sonra yerime başka imam gönderip işime son verdiler.
Cuma günleri Hz. Hüdâyî mahfelinde cumhur müezzinliği yapardık. Pek tantanalı olurdu. Birileri kalkmışlar müftüye gitmiş, “Bu adam câmiyi tekkeye çeviriyor, bunu men edin” demişler. Müftülük “Seni emniyete bildireceğiz” diye tehdîd etti. Bilmiyorlardı ki onların geldiği Hz. Hüdâyî Câmii tasavvuf ve İslâm felsefesinin mektebi ve mûsıkînin konservatuarı bir tekke idi. Ama yine cehâlet gâlip geldi ve ben çok sevdiğim o mekânlardan uzaklaştırıldım.
Artık baba mesleğim olan attarlıkla meşgûl olup, evden dükkâna, dükkândan eve gidiyor, vakit buldukça da ebrûyla uğraşıyordum. Bâzen de zamânında geçtiğim (okuduğum) dînî eserleri kasetlere okuyarak kaybolmasın diye saklıyordum. Bir kopyasını da Tasavvuf mûsıkîsi korosu istemişti gönderdim.
1984’de BAĞ-KUR’dan emekli oldum. 27 bin lira maaşım var.
GELELİM EBRÛ HAYATIMA;
1940 senesinde ebrûya başlamıştım. İkinci Dünyâ Savaşı sıralarında olduğumuz için ebrûda kullanılacak kâğıt bile bulamıyorduk. Gazete kâğıdına ebrû yaptığım olmuştur.
Bir ara her çeşit ebrûdan bir tomar yapıp Toygar Tepesi’ne hocamın evine gittim. Mevsim yazdı, hoca bahçede atkestânesi altında oturuyordu. Tesâdüfen mürşîdim Hâfız Eşref Efendi de oradaydı. Ebrûları açtım, baktılar ve bana âferin verdiler. Hocam içinden bir tânesine “bu hârika olmuş” dedi. Bu da tatlı bir hâtırâ.
Çiçekli ebrûda Hoca’nın açtığı çığır takdîre şâyandır. Ben de bu çığırı geliştirmekle müftehîrim.
1967’ye kadar ebrûcu olarak pek tanınmıyordum. O târihte Galatasaray Yapı Kredi Bankası Kâzım Taşkent Sanat Galerisi'nde bir ebrû sergisi açtım. Bu sergi bankada şef olan arkadaşım Sühâ Tuna’nın teşvîkiyle olmuştu. O zaman bankanın sanat müşâviri olan Vedat Nedim Tör özel alâka gösterip, bir İtalyan film şirketine yüz bin lira verip on beş dakikalık bir ebrû filmi çektirdi. O dönemin sinemalarında filmlerden önce kültür hizmeti olarak iki sene müddetince gösterildi. Banka bana filmin bir kopyası ile iki de halı hediye etti. Sergi büyük rağbet görüyordu. Çünkü bâkir bir sahaydı ve ilk defâ gösteriliyordu. Böylece efkâr-ı umûmiye ebrûnun ne olduğunu anlamaya başlamıştı. Çocuklarına ve işyerlerine ebrû ismini koymaya başlamıştı insanlar. Arkasından Amerikan Kültür Merkezi’nde Meral Selçuk Hanım’ın isteğiyle bir sergi daha açtım. Ardı geldi. Harbiye’de Akbank galerisinde Uğur Derman’ın teşvîkiyle bir sergi daha açtım.
BU ŞEREF HİÇ ŞÜPHESİZ ECDÂDIMIZA ÂİTTİR.
Azâde Akar Almanya’da bir sergi açmıştı, bu karma sergiye de iştirâk ettim. Böylece dış memleketlerde de bizim ebrû tanınmaya başlamıştı. Amerika’dan, İngiltere’den, Almanya’dan, Fransa’dan, Hollanda’dan gelen meraklılar yaptığım ebrûlara büyük ilgi gösterip, alıp memleketlerine götürüyorlardı. Alman Profesör Antes bana yüz elli tâne ebrû sipâriş etmişti, gönderdim. Bana çok sitayişkâr bir mektup yazdı. Ama bu şeref hiç şüphesiz ecdâdımıza âittir.
Bâzı mecmualarda, sanat dergilerinde röportajlarım yayınlandı. TRT üç defâ ebrû filmi yaptı ve yayınlandı. Kırk seneden beri ecdâd yadigârı ebrû sanatına hizmet ettiğim için hocama minnettârım. Kendi görüş ve mevkîime göre bir de nazım olarak Ebrûnâme’m vardır.
“Bil ki manzûrun olan dest-i nükş-i Mustafa,
Nusret-i Mahmut Hüdâyî himmet-i Âl-i Âbâ.”
BANA SORARLARLA, BEN HÂLÂ NECMEDDİN HOCAM’IN ÇIRAĞIYIM…
Tasavvuf terbiyem kendini beğenmişliğe müsâit değildir. Beni takdîr edenler usta diyorlar. Bana sorarlarsa, ben hâlâ Necmeddin Hocam’ın çırağıyım, böylece malûm ola.
Bu hâtırâlarımı sabırla okuyanlara teşekkür ederim.
İbrahim Ethem Gören/26.09.2022 Yazı No: 315