Rüstem Ahmet Gözübüyük hezarfen bir şahsiyet. Ahşap yontu, naht, edebiyat, şiir, tiyatro ve sinema sanatkâr Gözübüyük’ün eser telif ettiği sahaları oluşturuyor.
Eş’arı ahşap yantusuyla naif bir müsabaka halinde bulunan, hüznün ve mânânın şairi, ahşabın hakikatli ustası Rüstem Ahmet Gözübüyük’le içinden sanat, estetik, şiir, tiyatro, ahşap oygu ve naht geçen bir e-mülakat gerçekleştirdik.
İbrahim Ethem Gören: Efendim okuyucularımıza kendinizi nasıl tanıtırsınız?
Rüstem Ahmet Gözübüyük: Aslen Kahramanmaraşlıdır. Yavşan Yaylası’yla meşhur Dereboğazı köyünde doğmuştur, Hâlen İnegöl/Bursa’da yaşayan, anlam arayışında yol alan, yolda olan bir “abirü’s-sebîl.”
Evvel emirde sanatla teşrik-i mesainiz nasıl başladı?
At nalı çivilerini taşlara sürtüp sivrilterek, uçlarına taktığımız iple sarmalayıp, bir tatlı heyecanla yere saldığımız topaçları yontarak büyüdük. Çocukluğumuz, mahalle aralarında müstakil dükkânlarda, şimdi unutulmaya yüz tutmuş sanat dallarının icra edildiği sokaklarda geçti desek yeridir. Bakır teştlere, hacimli kazanlara sanki bir mûsiki makâmı havasında dövmek için inen tik-tak tik-tak çekiç sesleri, ustalar eliyle kalıplandırılmış motifleri ahşap üzerinde boyutlandırıp canlandırmak için iskarpela sırtlarına inen tokmak takırtıları, hızar sesleri, çam yongalarının mest eden rayihâsı şimdi bile bizi anılara çağıran hâtırâsı rûhumuza işlemiş enstantanelerdendir.
Memleketim Kahramanmaraş’ta geleneksel ahşap oyma/sandık oymacılığı nesilden nesle devam ettirilen meslek dallarından biridir. Sorunuzun cevabı olarak son cümlemiz, bizim sanata yönelişimiz lise çağımıza denk gelir.
Sanat, estetik, güzel ve dahi eser, kavram, oluş ve hakikat bağlamlarında nezdinizde hangi karşılıkları buluyor?
Hakîkât! Ki o uğruna/ateşine çöller oluşan leylâdır. Sorgulayıp tahkîk eyleyen mecnûnlara gülümsemiştir hep...
SANATKÂRIN PERDELERİ HEP AÇIKTIR.
Sanatkârın perdeleri hep açıktır ve aynasına yansıyan huzmeler ki onlar şems-i ezeliden armağan. Böyle olunca taşkın vurur yüzündeki ikiz nehre önce, sonrası kalemine, iskarpelasına yansır ve sanat estetik ve güzel, eser olarak ahşap üzerinde canlanıp şekil alır.
Önce “şiir” diyelim dilerseniz. Mısralar arasında neleri arıyorsunuz?
Modern zamanlarda edebiyat iklimimize dâhil olan şaire Sumeyra Sıddık, bir şiirinde "tanrım konuş benimle" diye seslenir. Nebîler ve elçileriyle konuşan tanrı, aslında şe'niyle/edip eylemeleriyle “her an bir oluşta” olması bakımından, eşyaya tecelliyatıyla dokunur. İşte biz, yankısı buûd’u tutan o kutlu sesin peşindeyiz ki bir tını düşer mi diye mısralarımıza. Sözümüz “sözün en güzeliyle” anlam bulsun için.
Aradıklarınızın ne kadarını buldunuz?
Yoldayız ve içine düştüğümüz bu düşler âlemi, elvan-ı bahar ülkesinde, ki nakkaş-ı ezelin gergefindeki nakşına müspet anlamda maruz kalmaklığımıza şükr ile derliyoruz, kelimelerden buketler oluşturarak o kutlu nefhayı. Sanırım hâsılamızın sese dönüşmesinin takdirini okuyuculara bırakmamız daha şık olur.
“Rind’e Rindane Söyle Seyrinde” ve “Siriderya” isimli kitaplarınızı şiirseverler nasıl karşıladı?
Şiirin anlamı konusundaki ihtilaflar bu konuda net bir cevabı zorlaştırıyor fakat sözümüz ehil ellere, kültür ve medeniyet dünyamıza yabancılaşmamış salim zihinlere, gönüllere ulaştığında darası alınmış söz anlamında, daha güzele teşvik edici geri dönüşler alıyoruz.
Bu ilgiyi nasıl telif ediyorsunuz?
“O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.” diyerek Rab Teâlâ azze ve celle; güzel sözü kökü sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetir. Bu cümleden olarak Şuara suresinde kısmen zemmedilmekle birlikte Cenâb-ı Zülcelâl, hakkı ve erdemi seslendiren şairleri istisnâ tutarak bir nevî şiiri olumlamış olur. Bütün bunları göz önünde tutarak şiirin kaynaklarından ilham için “ilham vahyin kardeşidir” tespitini de dikkate alarak söyleyebiliriz ki; kendi sesini arayan insanoğlu hasret kaldığı o can soluğunu ayetten mülhem o güzel söz ağacının gölgeliğinde arıyor vesselam.
Sıradaki şiir kitaplarınızdan da haberdar olmak isteriz…
Hâli hazırda yayımlanmış iki kitabımızdan başka SOYLU SUSUŞ/TURFANIN ASMALARI adlı üçüncü şiir dosyamız yayıncısını bekliyor. Diğer taraftan, ÖFKELİ YAZILAR/PSİKO SOSYO TEOLOJİK DEĞİNİLER adlı değini deneme dosyamız da tamamlanmak üzere yayıncısını bekliyor.
Âlâ, aliyyü’l-âlâ… Şiir, mücerred şiir cemiyetimiz insanına neler vaad ediyor?
Yükseldikçe alçalan ego silüetlerini rahmet iklimine çağırarak insan formuna evriltip ilâhî nefhaya muhatap kılan şiir, onun "Beşer" vasfını kazanmasında yol almasına vesile olur. Enfüsî ve afaki aynalar açıp kevnî/kutsî oluşa şahit kılar.
Şairler Sultanı “Bir gün anlaşılır şiir/Çoğu gitti azı kaldı/ekmek gibi azizleşir/Çoğu gitti azı kaldı” diyordu. Şiirin anlaşıldığı zamanlarda mıyız? Nerelerdeyiz?
Şiire yüklenen anlam bu işin duayenleri üstatlar arasında ihtilaf konusu olmuş malum. Üstat Necip Fazıl “Allah’ı aramak” olarak değerlendirir içinde şiirin de mündemiç olduğu sanatı, fakat ekseri erbâbı kalem farklı duygu yelpazeleriyle yazar.
Maruz kalınan kültürel emperyalizmin etkisiyle eskiye ait olan her şeyin ve şairane söyleyişin karşısında olmakla övünerek kendilerini tanımlayan, kaynağını batı şiirinden alan “Garipçiler”, “İkinci Yeni” vs. gibi projeler neticesinde ikame edilen reddi mirasla, dil üslup, muhteva ve şekil yönüyle büyük değişime uğrayan/uğratılan şiir.
“Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası/Ayak seslerinden tanırım/Ne zaman bir köy türküsü duysam/ Şairliğimden utanırım” diyen ustaları haklı çıkarır nitelikte şu an. Elbette güzel istisnalar var fakat “Darası alınmış söz” olarak tarif edilen şiir, batıya, farklı kültürlerin şairlerine öykünerek, ekseninden saptırmalarla destansı uzunluktaki karalamalara evrilmiş durumda. Düşünebiliyor musunuz kitap çıkarmış, poetikasını “Fransız tarzı Türk şiiri” diye tarif ediyor. Şöhret ve alkışın cazibesiyle ve herkes şair pâyesiyle nemalanma, pay kapma yarışında günümüzde. Edebiyat dergilerinde/o muhitlerde öykünme bağlamında Pablo Neruda, Rilke, Borges vs. geleneğimize yabancı kalemler gündemde de, niçin kültür anlamında güneşimizin doğusunda yer alan bizden biri olan Mahdım Kulu Ali Şir Nevai, Abdülkerim ÖTKÜR'den bahis açılmaz. FUZÛLÎ diyorum, fuzuli diyor. DEM de dem diyorum Fuzûlî dedem, bön bön bakıyor. O bakımdan, biz de “dilden anlamaz bir dî’'e menzile il’e düştük” diyoruz.
ŞAİR GÖZÜBÜYÜK: MANALAR MUHTELİF
Edebiyat dergileri etrafında kümelenmiş kanonların, yekdiğerini yok sayıp dışlaması, pazarlamacıların jargonu, menfi anlamda kültürel bir proje olarak dildeki sadeleşmenin etkisi, musiki mi, anlam mı tartışmalarıyla yitik hazine konumuna itilen eskimeyen kelimelerimiz... Nihayetinde bu etkenleri çoğaltabiliriz. Bütün bu olanlar muvâcehesinde, semantik bir sorun olarak anlam kayması kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Bu cümleden olarak diyebiliriz ki eli kalem tutan poetika oluşturma derdinde. Dolayısıyla “şiir'in anlaşıldığı zamanlarda mıyız” sorusuna “manalar muhtelif” diye cevap vermiş olalım.
Vâv serlevhalı şiirinizde “Zühd sunan elleriyle/Gözleriyle verâ/Su/ mâ ve râ/Gitmek istediğim ülke mâverâ/Ayyy!/Sun ay sun gecelerime/Vâv!” diyorsunuz. Gitmek istediğiniz ülkeyi ve mezkûr ülkenin gülümseyen ufuklarını tarif eder misiniz?
Ülke ki; insanın kendini güvende hissedip sırtını yasladığı Hira’sıdır, fakat Sinâ olur bazen Gülistan. Yuvadır, Vâdi-ül-Tuvâ’dır ehline, mukaddes; “Tanrım konuş benimle” sadâ'n cevaplanır ağaçtan. Hurûf-u aşkın elif bâ'sı vechi lahûtîdir tecelliyat aksetmiş, okunup ezber eylenen. "Selâmen selâmê" den gayrı kem sözün işitilmediği, Âğuşu cennet avlusu, yâr kutlu diyâr.
10 yıl kadar sahnelerde arz-ı endam ettiniz. Tiyatro serencamınız için de büyükçe bir paragraf açalım değinir misiniz?
Orta tahsil döneminde tanıştığımız sinema ve tiyatronun etkisiyle artist almanaklarına resim göndermişliğimiz olmuştur fakat bu hayalimiz 45’inden sonraya nasipmiş. Birkaç kısa film denemesiyle kamera önü tecrübesini de yaşadık. En son, Kültür Bakanlığı destekli bir proje olan, uluslararası “7 Vilayet Yed-i Velâyet” kısa film projesinde, tıp ilmine katkısı bulunan âlim eczacı “Birûni” hazretlerini canlandırdık. Süreç içinde birçok oyunda ana karakter yahut yardımcı oyuncu olarak rol aldık. Bizi etkileyip tesiri altında bırakan diye ayıracak olursak aklımızda kalan “Amca Size İnsan Diyebilir miyim?, Naaş-ı Muhteremler” ve Turgut Özakman’ın Fehim Paşa Konağı adlı oyunu olmuştur.
“SAHNE TOZU YUTULMAZ, ÜZERİNE SİNER İNSANIN…”
Tiyatro şüphesiz aşk ile icra edilir. 10 yıllık bir sahne sevgisinden sonda perdenin kenarına nasıl geçtiniz?
Sahnenin tozu yutulmaz, üzerine siner insanın ve öyle kalsın istersiniz. Başka hayatlar yaşama arzusunu tatmin duygusu belki de. Sıkı bir prova sürecinden sonra kuliste tatlı bekleyişler, perdeleri aralayıp salonun doluşunu izleme heyecanı ve nihayetinde başarma sevinci. Perdenin kenarına çekilmeye gelince; bu bir yarış aslında. Dolayısıyla, birlikte yürüme, dayanışma ruhundan çok, önde olma duygusu ve kıskançlık hâkimdir o muhitlerde. Genelleme yaparak herkesi suçlamak istemeyiz fakat durum bu. Kısacası, “Alkışı duyduk ihaneti gördük” diyelim bitirelim bu faslı.
Son olarak sohbetimize neleri ilave etmek istersiniz? İlginiz için teşekkür ediyorum.
Kültür sanat adına bu anlamlı desteğiniz ve kendimizi ifade etme imkânı verdiğiniz için biz teşekkür ederiz, sağ olun eksik olmayın efendim.
HAFTAYA: NAHHAT GÖZÜBÜYÜK’ÜN AHŞAP YONTUYLA İMTİHANI…
İbrahim Ethem Gören/11.11.2021-Yazı No: 270