AV. İLHAMİ AKAN İLE EBRUDAN AÇILMIŞ BİR SANAT SOHBETİ…
İlhami Akan Anadolu’da Anadolu’nun derin irfanıyla ebru sanatımıza yeni eserler kazandıran münevver bir şahsiyet. 10 yıldır ebru teknesinden birbirinden âlâ ebru kâğıtları çıkarmanın tatlı telaş ve heyecanını yaşamakta olan sanatkâr aynı zamanda usta bir romancı. Karanfilli Kahve, Kehribar Gözyaşları ve Krizantem, İlhami Usta’nın yayınlamaya muvaffak kılındığı romanlarının serlevhalarını oluşturuyor. Aynı zamanda Eskişehir barosu avukatlarından olan İlhami Akan ile sanat yolculuğu üzerine sohbet ettik.
İlhami Bey sizi tanıyabilir miyiz?
1973 senesinde Erzurum’da dünyaya geldim. Malum ve meşhur laftır ya, tahsilim babamın memuriyeti vesilesiyle muhtelif vilayetlerde geçtikten sonra nihayet üniversiteyi İstanbul’da okumak nasip oldu. Mezuniyet sonrasında Anadolu Üniversitesi’nde yüksek lisansımı ikmal ettim. Halen Eskişehir’de serbest avukatlık yapıyorum. Beraberinde Osmangazi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak Anayasa Hukuku derslerine giriyorum. Yayınlanmış 3 adet kitabım var, yani yazarlık da iştigal alanlarım arasında. Ve en çok muhabbet beslediğim ebru sanatı ile de meşgulüm.
“TEPE EDEBİYAT YAZI HAYATIMIN MİHENK TAŞIDIR.”
Önce edebiyattan başlayalım dilerseniz. Yayıncıları arasında bulunduğumuz Tepe Edebiyat Sanat Dergisi’yle başladınız yazmaya. Sonrası nasıl devam etti?
Tepe Edebiyat benim yazı hayatımın mihenk taşıdır esasen. Sonrasında Genç Akademi dergisinde yazılarım yayınlandı. Üniversite sıralarında okurken, bir yandan da Eskişehir’deki İki Eylül isimli bir mahalli gazetede köşe yazısı yazıyordum. Yazılarımı İstanbul’da kaldığım yurtta daktilo ile yazar, faksla Eskişehir’e gönderirdim. Fakülteyi bitirdikten sonra da İki Eylül’de köşe yazısı yazmaya devam ettim. Ta ki, 28 Şubat döneminde, düşünce suçlusu olarak yargılanana dek. Malumunuz Sayın Cumhurbaşkanımız o zaman İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı idi ve Siirt’teki bir mitingde okuduğu şiir nedeniyle hapis cezasına çarptırılmış ve cezaevine konulmuştu. Ben o zaman bu süreci eleştiren bir yazı kaleme almıştım. Hatta çok iyi hatırlıyorum başlığı da ‘Adaletin Hal-i Pür Melal’i idi. Bu yazım nedeniyle Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanana kadar yazılarıma devam ettim. Hamdolsun beraat ettim lakin o süreç beni de çok yıprattı.
Romanlarınızın içeriğinden kısaca bahseder misiniz?
Derler ki, her yazar mutlaka kendinden de bir şeyler anlatır. Ama kendisinden, ama çevresinden hayata dair tecrübelerin, yaşanmışlıkların romanlara aksettiğini görürüz. Mesela, Victor Hugo’nun dünya edebiyatının başyapıtlarından birisi kabul edilen Sefiller’inde Fransız İhtilali sonrasının Paris’ini anlattığını görürüz. Dostoyevski kendi döneminin St. Petersburg’unu satırlarına taşımıştır. Yaşar Kemal, İnce Memed’inde kendi çağının Adana ve Çukurova’sını, Ahmed Hamdi Tampınar Huzur’da yaşadığı İstanbul’u anlatır. Ben de romanlarımda günümüz Türkiye’sini, İstanbul’u, yaşadığım şehir Eskişehir’i, muhtelif olay örgüleri içerisinde anlatmaya çalışıyorum. Karanfilli Kahve’nin konusu 10 yıl önce kaybolmuş bir çocuğun, tesadüfen bulunan kemikleri üzerinden Adli Tıp yöntemleriyle bulunması ve bu sırada gelişen bir aşk öyküsü... Kehribar Gözyaşları’nda ise memleketimizin kanayan yaralarından birisi olan kayıp çocuklar konusunda farkındalık oluşturmak istedim. Kaybolmuş çocukları ele aldım. Krizantem’de ise 12 Eylül İhtilâli öncesindeki kaotik ortamı, bu ortamda yaşanan olayları, ve bu hengame içinde gelişen bir devrimci-ülkücü aşkını işledim.
Şu anda üzerinde çalıştığınız roman/kitap projeleri neler?
Şu anda dördüncü kitap olarak, Asr-ı Saadet döneminden, az bilinen kıssa ve menkıbelerden oluşan bir derleme üzerinde çalışıyorum. Kısmet olursa beşinci kitap olarak da merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını roman olarak anlatmayı planlıyorum.
Geleneksel sanatlarla ilk iletişimi nasıl kurdunuz?
Geleneksel sanatlarla ilk iletişimim ortaokul ve lise yıllarımdaki Sanat Tarihi derslerine dayanır. Biraz da içinde yetiştiğim aile ve cemiyet ortamı vesilesiyle, sürekli olarak hat, ebru, mehter gibi özü geleneğimize dayanan ritüellerin aşinalığı diyebilirim.
“EBRUDA GELENEĞİMİZİ, TARİHİMİ ARIYORUM.”
Ebruda neler arıyorsunuz?
Bir şeyi itiraf etmem gerekirse, her ne kadar geleneksel bir sanat olarak, temelinde bundan kaynaklanan bir heves ve merakla başlamış isem de, biraz da icra etmekte olduğum avukatlık mesleğinin ve günlük stresin bir kaçış yolu oldu ebru sanatı benim için. Ebruda geleneğimizi, tarihimizi, ecdadın naif ve zarif yaklaşımını, bizden önceki nesillerin asil sanat telakkisini arıyorum.
“ARADIKLARIMIN TAMAMINI LATİF EBRU SANATINDA BULDUM.”
Aradıklarınızın ne kadarını buldunuz?
Bu aradıklarımın hemen hemen hepsini bulabildiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Bir köşkün kabul salonunun duvarını bir ebru tablosu süslüyorsa, Kur’an-ı Kerim’in kapak içlerini bir tavusi ebru süslüyorsa, bir vav’ın, bir elif’in zeminini battal ebrusu süslüyorsa, kitapların kapaklarında lâle, gül ve sümbül ebruları, tüm şahaneliğiyle karanfil ebruları yer buluyorsa, bir ebru düşkünü için bu, aslında bir vuslattır. Esasen bütün bu söylediklerim, cemiyetimizin, kökü tamamen kendimizden gelen, tüm hususiyetleriyle bize ait olan bu zerafet timsali sanatımızı nasıl da sahiplendiğinin göstergesi. Evlatlarımıza bırakacağımız bir numune-i imtisal. Yahya Kemal’in tabiriyle, ‘kökü mâzide olan âti’ anlayışımızın müşahhaslaşması. Ve rahatlıkla söyleyebilirim ki ben bu aradıklarımın tamamını, işte bu latif sanatta buldum.
“EBRU BANA SABRI ÖĞRETTİ.”
10 yılda ebru size neler öğretti?
Evet, ebru her şeyden evvel sabrı öğretti. Aceleyle, telaşla yapılan hiçbir ebru, sanatkârın aklındakini ortaya çıkarmaz. Ebru teknesi, sanatkârdan tamamen ayrı bir canlı gibi çıkıyor karşımıza. Eğer ebrucu, teknenin başında olduğu o anda stresliyse, canı bir şeylere sıkkınsa, kafası başka yerlerdeyse, inanın o olumsuz enerji o tekneye öylece yansıyor.
Siz de tekne başında benzer durumları yaşadınız mı?
Ben bunu sıkça yaşarım mesela. Günlük stresin içinde, kafamın dağınık olduğu zamanlarda önümdeki kitre kelimenin tam manasıyla bana isyan eder. Adeta oradan oraya savrulur, istediğim şekli bir türlü veremem. Yapmak istediğim ile ortaya çıkan, birbiriyle alakasız şeyler olur. Yani, ebru teknesi, içindeki kitre ve elimdeki biz bana lisanı halleriyle derler ki, ‘dur bakalım, hayat zaten yeterince stresli, sen neden buradasın, sakin ol, kafanı dağıt, bir kendine gel, bırak artık, çıkar aklından şu dava dosyalarını, rahat ol’. Ne zaman ki iç huzuru olur, dingin bir ruh haline bürünürsün işte o zaman o tekne tüm güzellikleriyle önünde açılıverir. Bir de bakarsın ki, aslında ebru sana hem sabrı öğretmiş, hem de iç huzurunu telkin etmiş...
“EBRUNUN ÖĞRETTİKLERİ: SABIR VE SÜKÛNET…”
Hülasa, ebrunun öğrettiği en güzel şey, sabır ve sükûnet... Elbette en sonunda tekneden çıkan kâğıt, eğer arzuladığın bir ebru ise, işte o andaki hissiyatın tarifi yok. Düğün bayramdır o, şölendir adeta.
Türk ebrusunun genel vasıflarına değinir misiniz?
Ebru sanatının hazırlık aşaması uzun, tekneden kâğıda dökülmesi aşaması ise oldukça kısadır. Bu sebeple, geleneksel özelliklerine uygun olarak kitre, boya ve diğer malzemelerin usulüne uygun olarak hazırlanması çok mühimdir. Ayrıca, bir tekneden iyi bir ebrunun çıkması, iyi bir eğiticinin elinden tutmakla mümkündür. Bu sebeple ebru sanatında usta çırak ilişkisi çok önemlidir. İcazetlerde ustalar, bundan dolayı, silsilelerini yazarlar. Yani, ebrucunun geldiği ekol de elbette önem arz etmektedir.
Hangi ebru silsilesinden tefeyyüz etmektesiniz?
Benim hocam Didem Üstün, onun hocası Salih Elhan, onun hocası Timuçin Tanarslan, onun hocası Mustafa Düzgünman. Onun hocası Necmeddin Efendi. Necmeddin Efendi’nin üstadı da Özbek Şeyhi Ethem Efendi. Bizim ebru meşk silsilemiz böyle.
Sizce ebru/doğru nedir? Ebrucu kimdir?
Ebruyu tarif ettim sanki az önce… Doğru ebrucu, az önce de ifade ettiğim gibi, işte bu sabırla ve iç huzuruyla aklındakini tekneye yansıtabilen sanatkârdır. Tabi ki bunu yaparken, sanatın özüne, geleneksel ritüellerine uyabilmek, aslından uzaklaştırmamak gerekir.
“KİTREYİ GEVENDEN, BOYALARI TOPRAKTAN, MAVİYİ ÇİVİTTEN ELDE EDERİZ.”
Sanat eseri diyebileceğimiz bir ebru levhası hangi hususiyetleri haiz olmalıdır?
Bir ebru levhası, sanat eseri olabilmek için, evvela, sanatın kendine has özelliklerini taşımak zorundadır. Ne yazık ki günümüzde kimyasal boyalarla, kimyasal kitrelerle sanat icra edenlerin olduğunu gözlemliyoruz. Her şeyden evvel, bizim ekolümüzde kitre de, boyalar da fırça da tamamıyla tabiattan temin edilen doğal ürünlerle elde edilir. Mesela kitreyi gevenden, boyaları topraktan, mesela beyaz rengi kireçten, siyahı isten, kırmızıyı kiremitten, maviyi çivitten elde ederiz. Fırçamız ise at kılı ve gül dalıdır. Ve bu ürünlerle yapılan ebru, ömürlüktür, hemen soluvermez, nesilden nesle, duvarlarda gönüllerde hayat sürer, bir ailenin, bir memleketin tarihine tanıklık eder. Öte yandan, figürlerin de aslına yakın, hatasız ve sanatın zarafetine uygun olması gerekir. Bugün piyasada, bizim çalışırken atölyede, çok başarısız bulup da yüzüne bile bakmayıp kenara attığımıza benzer bazı eserlerin, insanlara sanat eseri diye sunulduğunu görüyoruz. Tabii toplumumuzun da bir kısmı bu sanata çok âşinâ olmadığı için hataların farkına varamıyor ve söz konusu harcı alem çalışmaların gerçekten sanat eseri olduğunu düşünüyor.
Ebrucu Didem Gülay Üstün’den geçtiğimiz yıl ebru icazeti aldınız. Ebru öğrenme sürecinizi tekneden ilk ebruları çıkarmaya başladığınız andan icazetiniz yazılıncaya kadar nasıl özetlersiniz?
İlk günlerimde tabiri caizse titrek bir acemiydim ben de. Elim titriyordu, sabırsızdım, acele ediyordum. On parmak daktiloyla dilekçe yazar gibi ebru yapmaya çalışıyordum. Lakin Allah razı olsun üstadım Didem Üstün Hanımefendi’nin sınırsız sabrı, hoşgörüsü ve tahammülü ile hasbelkader bir noktaya gelebildim. Hocamdan sabır ve sükûnet kelimelerini inanın belki de binlerce kez duymuşumdur. Bir noktadan sonra üstadın sabır ve hoşgörüsü ister istemez talebeye de sirayet ediyor. Elbette zaman zaman ümidimi kaybettiğim anlar da olmadı değil.
Bu anlarda nasıl hareket ettiniz?
O zamanlarda kıymetli hocamın telkinleriyle ile yeniden bu sanata dört elle sarıldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bazı günler Fenerbahçe’nin maçı olduğu için ben derslere gitmek istemezdim, ama hocam, Galatasaraylı olmasına rağmen ‘Olsun gel arada maçı da izleriz’ deyip beni teşvik ederdi, benimle üzülür benimle sevinirdi. Üstadım hoca oldu tatlı tatlı fırçasını da attı, abla oldu derdimi dinledi, anne oldu köfte kızarttı, ayran yaptı. Teşvik ediciydi. Öyle ki, bazen benim bile beğenmediğim ebruları, sırf bana ve diğer talebelerine teşvik olsun diye, gönlümüz ve şevkimiz kırılmasın diye, ‘harika’ diye vasıflandırdığı olmuştur. Ve bir gün, yani geçtiğimiz 2019 senesinin Kasım ayında Eskişehir’deki sergisine tamamen kendi alicenaplığıyla beni ve benden daha kıdemli talebesi Sergül Kekeç hanımefendiyi de dâhil etti. Biz serginin açılışını yaptığımızda gözyaşartan sürpriziyle karşımızdaydı. İcazetlerimizi hazırlamıştı. İcazetimi, gözyaşlarıyla ve hocamın ellerini öperek aldım.
EBRU İCAZETİ MUHATABINA BÜYÜK BİR SORUMLULUK YÜKLER
İcazet sanatkâra ne türden sorumluluklar yükler?
İcazet, yahut Ebru İcazesi, ebru sanatını icra ve öğretmeye muktedir olduğumuzu izah eden bir hakiki belge. İcazetli bir ebrucu olmak, bu sanatın gelecek nesillere aktarılmasında, hocamızın bize verdiği, bir başka deyişle omuzlarımıza yüklediği kutsi bir vazife aslında. Yani, bundan 50 sene sonra Türkiye’de yahut Eskişehir’de birileri, ‘yahu bizim geleneksel bir sanatımız varmış, adı da ebruymuş, yok mu bunu öğreten, anlatan’ diye sitemde bulunsa, bu kusurda benim de payım var demektir.
Bu bağlamda siz neler yapıyorsunuz?
Kabul etmek gerekirse, icazetin yükünü omuzlarımda her ne kadar ağır şekilde hissetsem de henüz arzu ettiğim şekilde sanatın tanıtımı ve yaygınlaştırılması için gerekli şeyleri yapamıyorum. Daha iyi olabilir elbette. Okullarda, etkinliklerde tekneler açarak, insanlarımıza bu sanatı yaptırmak, ellerine fırçayı tutturmak, tekneden ebrularını çıkarmak, bunu yaparken de sanatı tanıtmak gibi bazı faaliyetlerimiz oluyor. İnşallah daha da yaygınlaştırmayı planlıyoruz.
Eskişehir’in geleneksel sanatlar ortamından da söz edelim dilerseniz. Kadim şehirde öz sanatlarımıza yönelik neler yapılıyor?
Kadim şehrimizde belediyelerin sanat atölyeleri bulunmakta. Mesela Odunpazarı Belediyesi’nin, tarihi Kurşunlu Külliyesi’nde, hat sanatı, ebru sanatı, ney, lületaşı gibi sanatlarımız için atölyeleri mevcut.
Kurşunlu Külliyesi için de bir paragraf açalım…
Hay hay İbrahim Ethem Bey. Kurşunlu Külliyesi Selçuklular zamanından bugünümüze yadigâr kalmış olan tarihi bir cami ve medrese ile müştemilatından oluşan harika bir mekân. Bu vesileyle zâtıalinizi de davet ediyorum.
Külliye’yi ziyaret edip sanatkârlarla hasbihal etmiştim. İnşallah tekrarı nasip olur…
Burada aslına uygun olarak oluşturulan odalarda öz sanatlarımız icra ediliyor. Bunun yanında Hocam Didem Üstün’ün ebru atölyesi mevcut. Hat sanatımızla ilgili, tezhip ve yine ebru ile ilgili olarak çalışan başkaca sanatçılarımızın da şahsî atölyeleri ile sanatlarımız sınırlı da olsa icra edilmeye çalışılıyor.
Malum ‘Marifet iltifata tabidir.’ Hemşehrileriniz Eskişehirli ebrucuların eserleriyle ne kadar ilgili?
Evet, bu da kanayan yaramız. Ne yazık ki alaka oldukça yetersiz. Mesela Kasım ayındaki sergimiz şehrin en kalabalık alışveriş merkezlerinin hemen yanıbaşındaki bir sergi salonunda idi. Lakin insanlar tanıtımları, afişleri görmelerine rağmen tabiri caizse transit geçip gidiyorlardı.
“GELENEKSEL SAHATLARIMIZ BELGESELLERE SIKIŞMIŞ DURUMDA…”
Alakanın artması için neler yapılabilir?
Tabii burada bize de çok görevler düşüyor. Geleneksel sanatlarımız bugün televizyonlardaki belgesellere sıkışıp kalmış durumda. Sosyal medyanın gücünden yararlanılabilir mesela. Zamanın icadı bu ise, bu icadı öz sanatlarımızın tanıtımı için kullanabiliriz. Kaldı ki kullanıyoruz ama yine de bu sanatlara az çok ilgi duyanlar sınırlı şekilde ilgi gösteriyor. Bu manada kamuya da görev düştüğünü düşünüyorum. Kişilerin kısıtlı imkânları ile bu geleneği geçmişten geleceğe taşımak zor görünüyor. Ama kamusal imkânlarla daha da iyi şeyler yapılabileceğine inanıyorum.
“BİR MİLLETİN İHYASI ISLAHI İLE MÜMKÜNDÜR.”
Son olarak ilave etmek istediğiniz hususlar nelerdir?
Son yıllarda, hakiki ve öz değerlerimizden uzak, tarihinden, cumhuriyetinden, milliyetinden bîhaber, okumayan, okumadığı için sağlıklı düşünemeyen, tabiatıyla da geleneğinden ve geleneğinin sanatlarından uzak, sosyal medya meraklısı bir nesil yetişmekte olduğunu üzülerek müşahede ediyoruz. Ârifân der ki, bir milletin ihyası, kötülerin imhası ile değil, nesillerin ıslahı ile mümkündür. Bu sebeple başta ailelere, sonra topyekûn cemiyetimize ciddi vazifeler düşüyor.
İlginiz için teşekkür ediyorum İlhami Bey.
Bana bu imkânı sunduğunuz için size ve kurumunuza hususiyle teşekkürlerimi arz ediyorum efendim.
İbrahim Ethem Gören