ALPARSLAN BABAOĞLU: USTASIZ EBRÛCU OLUNMAZ
Alparslan Babaoğlu, ebrû talebeliğine kabul normları olan bir üstad. Hocası Mustafa Düzgünman’ın, onun hocası Necmeddin Efendi’nin, onun da hocası Edhem Efendi’nin açtığı ebrû yolunda ebrû yapıp talebe yetiştiriyor. Mustafa Düzgünman herkese ebrû öğretmemiş. Layığıyla devamına inandığı 7-8 kadar talebesine öğretmiş.
Kuveyt Türk Genel Müdür Yardımcısı, tesbih koleksiyoneri ve hat sanatı sevdalısı Aslan Demir Bey’le birlikte ebrû sanatımızın duayen ismi Alparslan Babaoğlu’nu Çengelköy’deki evinde ziyaret ettik. Hasbihâlimizin içinden ebrû sanatı, doğru ebrû, geleneksel sanatlarda hoca-talebe ilişkisi, geleneksel sanatlarımızın sorunları, ebrû-mühendislik ilişkisi ve haliyle Mustafa Düzgünman geçti. Ziyaretimizde Alparslan Bey’den bir ebrû söyleşisi bir de ebrû sergisi sözü aldık.
USTASIZ EBRÛCU OLUNMAZ
Alparslan Babaoğlu ustasız ebrûcu olunmaz diyor. El-Hakk doğrudur. Hüdâyinâbit bir keyfiyette ebrûcu olunmaz, ebrû kendi kendine tam ve kâmil mânâda öğrenilemez.
Bir söyleşide Alparslan Babaoğlu Üstad’ın kelâmından neş’et eden aşağıdaki cümleleri not etmiştim. Mülakatımıza teberrüken aktarmak istiyorum: “Tekne başında hocanın ebrû yapışını görüp öğrenmeden, biz kullanışını görmeden doğru ebrû yapamazsınız. Hat talebesinin hocasının kamış kaleminin harfi nasıl şekillendirdiğini görmeden harfi yazması söz konusu değildir. Hocanın kısaltacağı yol varken, siz hoca tanımazsanız yıllarca kendi başınıza olduğunuz yerde dönüp durursunuz. Tüm sanatlarda durum böyledir. Mûsıkîde hocanın yanında diz dövmeden usûl öğrenemezsiniz.
Ebrûnun tekâmül süreci, ustanın ebrûlarını taklîd etmekle olur. Talebe hocasını taklîd ede ede gün gelir ustası gibi ebrû yapmaya başlar. Az önce de arz ettiğim gibi ebrûda hoca lâzım gelir, hüdâyinâbit ebrûcu olunmaz.“
ÖZ SANATLARIMIZ TOPLUMA MESAJ VERMEK İÇİN İCRA EDİLMEZ
Hocam, malûm olduğu üzere Batı Sanatı’nda “Sanat, sanat içindir.” anlayışı hâkim. Bu husustaki kanaatlerinizi öğrenmek isterim.
Estağfurullah, resim veya heykel gibi batı sanatları için, sanat sanat için midir yoksa sanat toplum için midir diye sabaha kadar tartışabilirsiniz. Kimisi sanat içindir, kimisi toplum içindir şeklinde bir sonuç çıkartırsınız. Ya da batı sanatlarının hepsi ile topluma sosyal mesaj verebilirsiniz. Ama bizim sanatlarımız ile topluma sosyal mesaj veremezsiniz. Yani hiçbir müzehhip, çocuk yaşta evlilikleri protesto etmek ve bu amaçla kadınları sokağa dökmek için tezhip yapamaz, yapmaz yani. Ya da hiçbir hattat yazmaz bunun için. Batı sanatları için derler ki, "Sanatçı eserinde kendini ifade etmelidir." Resim için, heykel için bu doğrudur. Ama bir hattat eserinde kendini nasıl ifade edecek? Bizim sanatçılarımız kendilerini ifade etmek için yapmazlar sanatlarını.
İSLÂM SANATLARINDA SANAT ARAÇTIR. ALLAH RIZASINI KAZANMAK İÇİN SANAT İCRA EDİLİR.
Şunun farkında değil insanlar: Batı sanatçısı için yaptığı sanat her zaman amaçtır. İslam sanatçısı için ise sanat araçtır yani sanat bizde Allah'ın rızasını kazanmak için bir araçtır amaç olan Allah’ın rızasını kazanmaktır. Biz, sanatı kullanarak Allah'ın rızasını kazanmayı amaç edinmişiz. Ancak Batı sanatı için sanatın kendisi bir amaçtır. Batı sanatçısı başlangıçta benimsediği mimetik felsefeye uygun olarak gördüğünü aynen resmetmeyi sonra da eseriyle mesaj vermeyi hedeflemiştir. İslâm sanatçısının mesaj vermek gibi bir endişesi hiçbir zaman olmamıştır.
Hiçbir hattat mesaj vereyim diye yazmaz, hiçbir müzehhip mesaj vereyim diye tezhip etmez. Dolayısıyla, batı sanatları için kullanılan terminolojiyi, argümanları bizim sanatlarımızda kullanmak yanlıştır. Ancak Batı sanatları için kullanılan argümanları getiriyor, bizim sanatlarımızı bunlarla yargılıyorlar. Tekrarla sanat olmaz, sanat özgürlükten beslenir gibi argümanları kullanıyorlar. Bizim sanatlarımızın ortaya çıkış sebebi de yapılış amacı da farklıdır. Bizim sanatlarımızı Batı sanatlarının argümanlarıyla yargılarsanız bunların hepsi zanaattır sonucu çıkar ortaya.
Bizim sanatımızda da ebrûda tekrar olmaz. Bu bağlamda siz de yaptığınız bir ebrûyu bir daha yapamıyorsunuz.
Ben de onu söylüyorum zaten. İki ay önce Bağlarbaşı'nda "Geleneksel Sanatlar Sempozyumu" diye bir etkinlik yapıldı. “Küratör” olduğunu söyleyen bir panelist etkinliğin bir yerinde “Alparslan Babaoğlu Hoca burada mı?” diye sordu. Oturumu yöneten İskender Pala "Gördüm, biraz evvel buradaydı." dedi. “Eyvah birisi beni deşifre ediyor, yakalandık! Acaba başıma ne gelecek?” diye düşündüm kendi kendime. “Buradayım, ne oldu?” dedim. “Hocam siz Mustafa Düzgünman’ın papatyasının aynısını yapıyorsunuz, sizin yaptığınız sanat değildir. Sanat olması için özgün bir papatya yapmanız lazım.” dedi. Oturum bitince, cevap hakkı doğduğunu belirterek söz istedim. “Bu mantıkla her iki ustayı da yeteri kadar dinlememiş, müzikten anlamayan birisi aynı eseri okuyan Bekir Sıtkı Sezgin ve Kâni Karaca için ‘Aynı notalardan okuyorlar bu sanat, okuyanlar da sanatçı değil.’ diye düşünür. Bu, Mustafa Düzgünman’ın papatyasını çalışan bir ebrûcuyu aynı şekilde ‘Aynısını yapıyorsun, farklı bir papatya yapmalısın.’ diye yargılamaktan farksız dedim. Orada Bekir Sıtkı Sezgin de Kâni Karaca da kendi edâlarını, şîvelerini yansıtıyorlar okudukları esere. Mustafa Düzgünman’ın papatyasını çalışan bir ebrûcunun papatyasında da onun edâsı, şîvesi görünür. Bunu da ancak ebrûdan anlayan birisi görebilir.
Aynı notadan, ama aynı noktadan değil. Dinlediğiniz zaman ikisinin de edası farklıdır. Burada da Mustafa Düzgünman'ın papatyasını taklit eden bir ebrû sanatçısını kopyalıyor diye yargılayamazsınız.
BUNU ANLAMANIZ İÇİN EBRÛDAN ANLAMANIZ LAZIM!
”O ebrû sanatçısı da papatyasına kendi edasını, kendi şivesini yansıtıyor. Bunu anlamanız için ebrûdan anlamanız.” lazım dedim.
Yani, memlekette çok fena bir karmaşa mevcut. Zira herkes istediği gibi, bildiği gibi ebrû yapıyor. Çok affedersiniz, kumaşa ebrû alıp iç çamaşırı yapmış adam ve Facebook'a fotoğrafını koymuş. Şimdi, Mustafa Düzgünman'ın Ebrûname diye bir şiiri var ve bir beyti var. Ben onu kendime düstur edindim, tüm talebelere ezberletiyorum:
Bil ki manzurun olan dest-i nükş-i Mustafa,
Nusret-i Mahmud Hüdâyî himmet-i Âl-i Âbâ
Manasını da açıklar mısınız Alparslan Bey.
Hay hay. Yani: “Elinden çıkan nakışlar, bil ki senin elinden çıkmadı Mustafa. Ehl-i Beyt'in himmeti ve Hazret-i Hudayi’nin yardımı olmasaydı, sen bunları yapamazdın." diyor.
MUSTAFA DÜZGÜNMAN: BEN HÂLÂ NECMEDDİN OKYAY HOCAMIN ÇIRAĞIYIM, BÖYLE MALUM OLA
Biz ebrûyu bu şuurla, bu görüşle, bu inanışla yapıyoruz. Yani Mustafa Düzgünman'ın kendi kaleminden özgeçmişinin son paragrafında Hoca şöyle diyor:
“Beni tanıyanlar usta diyorlar. Tasavvuf terbiyem kendini beğenmişliğe müsait değildir. Ben hâlâ Necmettin Okyay Hocamın çırağıyım, böylece malum ola.”
Üstadınız bu cümleyi kurduğunda kaç yaşında?
Bunu dediğinde 65 yaşında. Ölmeden 5 sene evvel yazıyor bunu. Sene 1985.
YA HU NE ÇABUK USTA OLDUNUZ!
Bir de şimdiki manzaraya bakıyorum: Adam fotoğraf koyuyor, altına da “Bu da ustalık eserim olsun” yazıyor. Yahu ne çabuk usta oldunuz?
Hep anlatıyorum; bundan 20-25 sene evvel Niyazi Sayın hocamızı iftara çağırdık Bulgurlu’daki evimize. İftardan sonra sohbet ederken haddimi aşıp: “Hocam Allah gecinden versin, hepimize emr-i Hakk bir gün vâkî olacak. Allah sizi başımızdan eksik etmesin ama emr-i Hakk vâkî olmadan bir ney metodu yazsanız.” dedim. Yakışır Niyazi Hocama virtüöz sonuçta, kutbü’n-nâyî, ötesi yok yâni. “Ben daha hocamın bastığı sesi basamadım Alparslan.” dedi. Bunu söylerken gözlerinde en ufak bir riya yoktu. Çok samimi bir biçimde, iki kişi arasındaki sohbette söyledi bunu. Tevâzu olsun diye değil gerçekten inanarak söyledi bunu. “Ben hâlâ hocamın bastığı Acem Âşiran’ı basamıyorum.” dedi.
Bu alanda bir misal daha istirham ediyorum.
TRT Nağme'de İhsan Özgen Hoca ile röportaj yapılıyor, ben de bir yandan çalışıp bir yandan dinliyorum. İhsan Hoca’ya “Hocam kendinizi ilk defa ne zaman usta olarak hissettiniz? Niyazi Sayın, Necdet Yaşar gibi büyük ustalarla emisyona çıktığınız zaman mı ilk kez usta olarak hissetiniz?” diye sorulduğunda. İhsan Hoca: “Ben öyle bir şey hissetmedim, hâlâ da hissetmiyorum.” dedi. İşte bu nedenle o insanlar Mustafa Düzgünman, İhsan Özgen, Niyazi Sayın oldular. Şimdi baktığınızda herkes kendini aşmış, herkes ayrı bir usta olmuş!
ÖZ SANATLARIMIZ BÜYÜK BİR YOZLAŞMA SÜRECİNE GİRDİ
Maalesef hat sanatında da böylesi bir durum söz konusu.
Doğru söylüyorsunuz. Şimdi bizim klasik hilye formuna bakalım. Bunu Hulûsi Efendi yazmış, Sâmi Efendi yazmış, Necmeddin Hoca yazmış, Ali Alparslan merhum yazmış… Hayatta olanlardan Hasan Hoca, Hüseyin Kutlu Hoca, Hüseyin Öksüz Hoca, Savaş Ağabey, Fuat Ağabey, Mehmet Özçay, Osman Özçay, Davut Bektaş... Hepsi bu formu yazmış. Bir yandan da yeni yetişen hattatlar var hepsi yeni hilye formu arıyorlar. Yahu arkadaş, yeni bir hilye formu yapmak bu saydığım adamların bir tanesinin bile aklına gelmedi mi ya Hû! Üçgen hilye yapıyorlar, altıgen hilye yapıyorlar. Bana artık gına gelmeye başladı. Vavları çevirip kompozisyon yapmaya çalışıyorlar. Karşılıklı vav kompozisyonu, biri ters biri düz vav kompozisyonu. Ha bire ‘vav’ları, ‘nun’ları, ‘elif’leri çeviriyorlar. Sanatlar çok büyük bir yozlaşma sürecine girdi bence.
Ebrûda da durum maalesef pek farklı değil takip ettiğim kadarıyla…
Hocam, ben ebrû için kendi adıma bir mücadele vermeye çalışıyorum. Ebrû bize intikal ettiği gibi bundan sonraki nesillerde de devam etsin istiyorum. Ancak aynı şeyi hattatların, müzehhiplerin de yapması lazım. Zira diğer sanatlarımız da risk altında, hepsi dejenere olmak üzere. Mesela şu minyatürler Cihangir Aşirov’un. (Alparslan Bey bu esnada sağ eliyle salonunun duvarlarında asılı bulunan minyatürleri işaret ediyor.) Bu kardeşimiz gerçekten de klasik minyatür çalışıyor. Ancak o da bu yozlaştırmadan nasibini almaya başladı. Türkiye’de çalışıyor ancak o da yavaş yavaş garip kâğıtların üzerine minyatür yapmaya başladı. Ben bu minyatürleri iki üç sene önce açtığı sergiden almıştım
Cihangir Bey şu anda hattat-ebrûcu Ahmet Sabri Mandıracı ile Üsküdar'da aynı atölyeyi paylaşıyorlar. Fırçası kuvvetli bir sanatkâr, eserlerini inceleme imkânım oldu.
Evet dediğiniz gibi fırçası çok kuvvetli. Çok güzel minyatürleri var. Aşirov, minyatürü âdâbı ile yapıyor. Yaptığı her minyatürün bir konusu, bir hikâyesi var. Minyatürü yapmış olmak için yapmıyor. Bir olayı, minyatür tekniğini kullanarak resmediyor. Çok da başarılı ve güzel biçimde yapıyor.
DOĞRUYU GÖSTERMEZSEK İNSANLAR YANLIŞIN NE OLDUĞUNU ÖĞRENEMEZLER
Peki, Alparslan Bey, öz sanatlarımızdaki yozlaşmanın önüne nasıl geçeceğiz? Ne yapmamız gerekiyor?
Hocam, şimdi sıkıntı ne biliyor musunuz? Bu internet, çok kötü bir şey. Birisi olur-olmaz bir şey yapıyor, internete koyuyor. Van'da internete giren kişi bunu anında görüyor. Kötülükler çok çabuk yayılıyor. Biz insanlara doğruyu göstermezsek, insanlar yanlışın ne olduğunu bilemezler.
Çocuklarım henüz küçükken, ikisini de Niyazi Sayın Hoca’ya götürdüm. “Hocam, bu çocuklarda müzik kulağı varsa eğitim aldırayım.” dedim. Hoca da kendi yöntemleriyle çocukları imtihan etti. İkisinin de kulaklarının iyi olduğunu söyledi ve ikisine de eğitim aldırmamı önerdi. Hatta orada bir klâsik kemençe vardı, “Kemençeyi kız çalsın.” diyerek onu kızıma verdi. Oğlana da bir ney aldım, onu üflettirdim. Hoca, “Ama çocukların kulağını kirletmemeye dikkat et!” dedi. “O ne demek hocam?” diye sordum. “Yanlış müzik, kötü müzik, kalitesiz müzik dinleterek çocukların kulaklarını kirletirsen, iyi olanın farkına varamazlar bir daha.” dedi. İnsanlar iyiyi, doğruyu görmeyince sürekli yanlışları göre göre iyiyi ve doğruyu ayırt edemeyecek hâle geliyorlar. Dolayısıyla bu yozlaşmanın önüne geçebilmek için insanlara güzel örnekleri göstermek lazım.
Peki, bahsettiğiniz doğru örnekler nasıl gösterilecek?
Facebook’ta, Instagram’da çok faal olarak veya sürekli farklı yerlerde sergi açmak lazım İbrahim Ethem Bey.
Bu noktada siz neler yapıyorsunuz?
Beni nereye çağırırlarsa gidiyorum. Kısa bir süre içinde Eskişehir'e gideceğim. Ramazan’dan hemen evvel günübirlik bir sergi yapacağız. Gitmişken bir de konferans vereceğim. Bundan önce Diyarbakır’a çağırdılar, oraya gittim. Küçükçekmece Belediyesi’nde Uğur Taşatan ile beraber “Ebrûda Üslup” konusunda bir sohbet gerçekleştireceğiz. 2 hafta sonra 1 haftalığına Varşova’ya, Mayıs ayında da 1 haftalığına Berlin’e gidip atölye çalışması yapacağım. Yani elimden bu kadarı geliyor. Ne kadar vaktim varsa, hepsini bu uğurda harcıyorum ki bu işleri düzeltebilelim. Ama yine de çok zor.
Hocam bir de, inşallah, vaktiniz müsait olur ise Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve mezunları ile beraber, sizden “Klasik Ebrû'nun Usûl ve Âdâbı” ile ilgili bir konferans talep ediyoruz.
Memnuniyetle, yeter ki vakit uydurabilelim, koşa koşa gelirim inşallah. Bana bir projeksiyon cihazı, bir perde bir de bilgisayar yeterli. Bana iki saat derseniz iki saat, dört saat derseniz dört saat memnuniyetle konuşurum.
GELECEKTEN ÜMİTVARIM
Anladığım kadarıyla gelecekten ümitvarsınız hocam. Çok talebe yetiştirdiniz.
Evet, ben gelecekten ümitliyim. En azından insanlar yanlış yapsalar bile doğruyu görmeye başladılar artık. Benim tezim şudur: Herkes istediğini yapsın, burası demokratik bir ülke. Ben nasıl evde kendimi eğlendirmek için tanbur çalıyorsam, bağlama çalıyorsam, siz de kendinizi eğlendirmek için akşamları keman çalabilirsiniz. Kimsenin size “Sen müzik eğitimi almadın, neden keman çalıyorsun?” deme hakkı yoktur. Ebrû ile uğraşana da kimse “Sen niye ebrû yapıyorsun? Ebrû eğitimi almadın. İcazetin var mı bakalım?” diyemez.
Ama ebrû sınıfına girmeyen işleri ebrû saymamak, onların adını ebrû koymamak lazım. Bir de gelenekli ebrû sınıfı var. Ebrû büyük kümedir. İçindeki bir alt küme de gelenekli ebrû sınıfıdır. Bu sınıfa girmeyen işleri gelenekli diye saymamak lazım. Bazı insanlar nedense “Hayır, bu da geleneklidir.” diye itiraz ediyorlar.
BİZİM KLASİK SANATLAR GELENEĞİMİZDE ÜÇÜNCÜ BOYUT YOKTUR
Örneğin, üç boyutlu çiçek resmi yapılıyor. Çok güzel, ancak bizim sanat geleneğimizde üçüncü boyut yoktur. Çiçekler iki boyuta indirgenmiş, üsluplaştırılmış. Zira üçüncü boyutta resmederseniz Allah’ın yarattığı ile yarışmak anlamına geldiği düşünülmüş. Bu bizim kültürümüzde böyledir, bunu ben söylemiyorum. Türk sanatının temeli olan çiçek motiflerinin, hayvan figürlerinin hepsi üsluplaştırılmış. Bunların hepsi iki boyuttadır. Üç boyutlu yapılmasın diye ben söylemiyorum. Bunu atalarımız, ecdadımız böyle yapmış. Ebrû sanatında çiçeği hep iki boyutlu yapmışlar, stilize etmişler. Mesela Necmeddin Okyay gül çalışmış. Ama gülün üstten görünüşünü iki boyutta ifade edemeyince vazgeçmiş, bir daha gül yapmamış. Mustafa Düzgünman da denemiş, ama bir daha yapmamış. Mustafa Hoca televizyonda yaptığı röportajlarda, gülü ebrûda yapılan çiçekler arasında saymıyor. Bu elbette kimse gül yapmayacak anlamına gelmiyor ama içini gösterip kat kat degrade yapraklarla yaparsanız o gül resmi oluyor. Yeteneğiniz varsa gülü iki boyutta yapın…
BİZİM SANAT GELENEĞİMİZDE İÇİ GÖZÜKEN ÇİÇEK YER ALMIYOR
Ama şimdi yapılanların hepsi üç boyutlu, içi gözüken çiçek yapıyorlar. Bu bizim sanat geleneğimizde yok. Bunu yapıyorsanız, adına “Geleneksel Türk Ebrûsu” diyemezsiniz. Çok başarılı yapıyorlar ama hakikaten ressam çizmiş gibi oluyor. Bunlara ebrû diyemezsiniz bunlar ebru tekniği kullanılarak yapılmış resimdir.
Peki, bu meyanda ebrû adına yapılıp ortaya konulanlara ne denmelidir?
Bunlar ebrû tekniği ile yapılmış resimlerdir. “Hayır, bunlar gelenekli ebrûdur. Biz gelenekli ebrûyu tekâmül ettirdik, buna engel olamazsın.” diyorlar. Şimdi, bu yapılan üç boyutlu çiçeği bir ressam tuvalinde fevkalade güzel resmedebilir. Ancak bir ressama bir battal ebrû verdiğimizi düşünelim: Ebrû tekniği ile çalışmaya başlamayacaktır bile. İnsan sureti olsa, çiçek olsa belki yapardı. Ancak battal ebrûyu hayatta yapmaz. İşte, ebrû diye nitelendirilmeyi hak eden işler bunlardır. Bunlara ebrû diyelim, diğerlerine ebrû tekniği ile yapılmış resim diyelim. Ebrûda çiçek yapacaksak, onu da üsluplaştırıp yapalım. Ecdadımızın yaptığı gibi iki boyutlu yapalım.
Sanırım bu noktada şimşekleri üzerinize çekiyorsunuz?
Evet, bu konuda çok eleştiri de alıyorum. Bu nedenle sosyal medya profillerime hep gülen resimlerimi koyuyorum. Zira arkamdan hep “Bu adam çok aksi, her şeye itiraz ediyor.” diyorlar. Ben de güler yüzlü fotoğraflarımı koyuyorum ki aksi olarak anılmayayım, ortamı yumuşatalım.
Hocam siz ebrûda gül çalıştınız mı?
Evet, gül de yaptım. Uğur Derman Hoca bana, “TRT'den sana gelecekler. Gül, Karanfil ve Lâle adlı bir program yapıyorlar. Bir gül, bir karanfil, bir de lale yap.” dedi. Kendisine hiç gül yapmadığımı söylesem de, TRT’den gelecek olan arkadaşları bana yönlendirdiğini söyledi. O zamana kadar hiç gül yapmamıştım. Elimden geldiğince gül gibi bir şey yapmaya çalıştım. Yaprakları açmış bir gülün yandan görünüşünü yaptım. Ancak bir daha yapmadım.
Neden yapmadınız?
Ustam yapmadığı için yapmadım. Bizim sanatlarımızda ustaya tam teslimiyet esastır. Tam teslimiyetten kastım, ustanın siyasi veya sosyal görüşlerine değil, sanatına tam teslimiyettir. Ustamın hangi parti veya cemaatten olduğu beni hiç ilgilendirmez. Ama sanat söz konusu olduğunda ustanın görüşü esastır. Bu da talebenin ne zaman öğreteceğine ustasının karar vermesi anlamına gelir. Talebenin kendi kendine “Ben yetiştim artık, hemen yan tarafta bir kurs açayım.” diye düşünmesi söz konusu olamaz.
TALEBE ÖNCE İCAZET ALACAK DAHA SONRA ÖĞRETECEK
Ebrû talebesi ne zaman öğretmeye başlayacaktır bu durumda?
Ustası, “Sen öğretebilirsin.” dediği zaman öğretmeye başlayabilir talebe ancak. Şimdi ise bu anlayış terk edildi. Siverek Belediyesi kurs açmış. İki aylık eğitimin sonunda bir sertifika veriyorlar. Bu sertifikayı alanlar ebrû kursu açıyor. Bu kurslardan mezun olanlar da yeni kurslar açıyorlar ve bu iş bozuluyor. “Usta izin vermeden talebe öğretemez. “Talebe önce icâzet alacak ondan sonra öğretecek.” anlayışını bir yayabilsek...
Bir gün hocama gittim. Atölyesindeki sedirin üzerinde bir kırlent var. Kırlent de ebrûlanmış bir kumaş ile kaplanmış. Onu görünce ben de Bağdat Caddesi’nde bulunan bir abajurcudan en kaliteli abajur kumaşlarından aldım. Gelip hocama kumaş aldığımı ve kendisinde bulunana benzer bir ebrû yapmak istediğimi söyleyip nasıl yapacağımı sordum. Hocam, kumaşın dokusunun kâğıdın dokusuna benzemediğini, hiçbir ebrûnun kumaşta kâğıtta durduğu gibi durmadığını söyledi. “Ben bir kere denedim, bir daha yapmadım. Sen de yapma.” dedi. Ben de haliyle hocama tabi olarak kumaşlara elimi sürmedim. Kumaşlar halen olduğu gibi duruyor. Bir daha kumaşa ebrû alma fikrini dahi aklıma getirmedim.
Bir tarihte beni Mimar Sinan Üniversitesi'nden bir bayan doçent aradı. Çok önemli bir defile yapacaklarını söyledi. Saten ipekleri ebrûlamayı ve bunları kullanmayı planlıyorlarmış. Kendisine kumaşa ebrû alamayacağımı söyledim. Çok şaşırdı. Bana yaptığı teklifi reddetmemi yani şöhret olma şansını, Türkiye’nin en önemli modacılarından biri ile defile yapmayı, çok büyük para kazanmayı istemememi büyük bir şaşkınlıkla karşıladı.
İbrahim Ethem Gören: Hocam ebrûnun kötü örneklerini yapanların, daha doğrusu yaptıkları çiçek resimlerine ebrû diyen kişilerin sanatı layıkıyla icra edebilmeleri için neler yapmaları lazım?
Alparslan Babaoğlu: Onların bazıları hidayete eremezler. Onları ikna edemezsiniz. Mustafa Hoca’ya göre, ebrû yapmak çok tehlikeli bir iştir. Sanat, nefsi köreltmek için çok güzel bir vasıtadır aslında. “Ben yapmadım, yaptırdılar” demeyi bilmesi lazım insanın.“
“Ben çok güzel bir ebrû yaptım, benim yaptığımı kimse yapamaz” diye düşünmeye başladığınız anda bıçağın sırtından diğer tarafa düşmeye başlamışsınız demektir. Bir kez düştüğünüz zaman da geri çıkışı yoktur. Çünkü üzerinizdeki toplumsal ilgi artıyor. Instagram'daki takipçi sayınız 3.000’den 30.000’e çıkıyor. Ya da suyun üzerinde Van Gogh sureti yapıyorsunuz, videosunu koyduğunuz zaman birden milyonlar sizi izliyor. O anda “Bir de Fatih Sultan Mehmet sureti yapayım.” derseniz, bitti demektir. O bıçağın sırtından düşen insanlar için “Allah hidayete erdirsin.” diye dua etmekten başka bir şey yapamayız.
Aslan Demir: Bir zamanlar amatörce ud dersi alıyordum. Bir arkadaşım, hocaya “Dün akşam Üsküdar’a Giderken’i çıkardım.” dedi. Hoca kendisine “Geçmiş olsun, senden artık udi olmaz.” dedi. Zira metodu takip etmeden, notalarla uğraşmadan şarkı türkü çıkarıyorsanız ilerleyemezsiniz. Gerçekten de o arkadaşımız ilerleme kaydedemedi.
Alparslan Babaoğlu: Öyledir Hocam. Her işin bir sırası vardır. Örneğin müzik öğrenmek için bir hocaya gittiniz. Önce diz vuracaksınız. Oraya oturup usul öğreneceksiniz. Öğreneceğiniz eserle iştigal ederken, hocanızın şivesi eseri ile beraber size geçecek. Siz okurken “İşte filancanın talebesi, bakın, aynen onun tavrı.” diyecekler. “Ustaların eserleri meşk edilir.” derken biz bunu kast ediyoruz.
Bundan dört sene önce Yunus Emre Enstitüsü’nün Varşova’daki müdürü Doç. Dr. Öztürk Emiroğlu beni telefonla aradı. “Alparslan Bey, Polonya Devlet Arşivleri’nde bir haftalık bir atölye çalışması yapar mısınız?” dedi. Kabul ettim. Ancak daha sonra anladım ki adamların derdi başkaymış! Arşivdeki bazı kitapların kapaklarının içindeki ebrûların taklitlerini yaptırmak istiyorlardı. “Eyvallah, onu da yaparız” dedim ve Varşova'ya gittim. Varşova’da bu iş ile ilgilenenlere bir seminer verdim öncelikle. On tane de restorasyon uzmanı hanım vardı. Üçüncü gün, “Şimdi kitapları getireceğiz ve onların ebrûlarını yapacağız.” dediler. Kutuların içerisinde 1700’lerden kalma antika kitaplar getirdiler. İçlerinde en önemlisinin 1792 tarihli Polonya’nın ilk yazılı anayasa metni olduğunu, Avrupa’daki ilk yazılı anayasanın bu olduğunu söylediler. Bu eseri teşhir etmek istediklerini, ancak eseri bulunduğu klimatik ortamdan çıkarmaktan çekindiklerini söylediler.
EBRÛCUYUM DİYEN GÖRDÜĞÜ EBRÛNUN AYNISINI YAPMASI LAZIM
“Deriyi, ciltçiyi, kâğıtları, mürekkebi ve tüm malzemeleri bulduk, ancak bu ebrûnun aynısını yapamıyoruz.” dediler. Ben de ebrûnun fotoğrafını çektim ve teknenin başına geçtim. Ben bir seferde ebrûnun aynısını yapmayı başardım Allah’ın izniyle. Bu durum karşısında çok şaşırdılar. Bunu nasıl yapabildiğimi sordular. Ben de kendilerine: “Benim işim bu. Ben, ustalarımın ebrûlarını taklit ederek bu işi öğrendim.” dedim. Çalışmamdan çok memnun kaldılar ve bir ebrû daha getirdiler. Onun da aynısını yaptım. Çok şaşırdılar. Ebrûcuyum diyen birisinin gördüğü eserlerin aynısını yapabiliyor olması lazım.
Üç sene evvel “içinde çiçek olmayan ebrûlar sergisi” yaptık. Bunu yaparken dedim ki bir tane Edhem Efendi, bir tane Necmeddin Okyay, iki tane de Mustafa Düzgünman ebrûsunun taklidini yapayım. Böylece insanlar bir “orijinal ebrû” bir de “taklidi” şeklinde karşılıklı görebilsinler. Böylece ebrûnun nasıl taklit edildiğini, nasıl öğrenildiğini anlasınlar. Öncelikle Ethem Efendi’nin ebrûsunun taklidini yaptım, 50 cm x 70 cm teknede. Hanımı çağırdım, bak dedim: “Bu görüntüyü 150 sene evvel Edhem Efendi seyretmişti. Şimdi de biz seyredeceğiz. Başka da kimsenin seyretme şansı yok.” Oturdum, aynı ebrûdan bir daha yaptım. Aynen Edhem Efendi'nin serptiği büyüklükte, serptiği yerlere, serptiği sıra ile yaptım. Tekneden çıkardım, Allah’ın izniyle aynısı oldu. Daha sonra Necmeddin Efendi’nin bir ebrûsunu yapmaya başladım. Ama bir türlü aynısı olmuyordu. Gecenin bir yarısı uğraşırken Necmeddin Hoca’nın bir yaştan sonra elinin titrediği hatırıma geldi. Onun gibi elimi titreterek yaptım, ancak o zaman aynısını yapabildim. Yani ebrûnun taklidini yaparken, onu yapan neyi yaşadıysa aynısını yaşamalısınız. Onun için, taklitle ebrû yapmak, taklit etmek, meşk ile öğrenmek çok önemlidir. Ebrû meşk ile öğrenilir. Şimdikiler “Ben kimsenin ebrûsunu taklit etmedim.” diye iftihar ediyorlar. Hâlbuki taklit etmek değil, etmemek kötüdür. Taklit etmezseniz öğrenemezsiniz, onlar gibi yapamazsınız.
İbrahim Ethem Gören: Bir de hocam, son zamanlarda musiki ile de hemhal oluyorsunuz. Bu alanda pek çok paylaşımda bulunuyorsunuz. Sizce musiki ile ebrû arasında nasıl bir bağlantı vardır?
Alparslan Babaoğlu: 8-9 sene önce Almanya’dan dört öğrenci geldi. Frankfurt Kitap Fuarı'nda bir sonraki sene Türkiye’nin misafir ülke olduğunu ve Türkiye ile ilgili bir kitap hazırladıklarını, kitapta da “Ebrûcu” sıfatı ile bana yer vermek istediklerini söylediler. Evime geldiler. Ben de ebrûları getirdim ve mevsimin yaz olduğunu, dolayısıyla şu anda ebrû yapamadığımı söyledim. Kendilerine 100-150 adet kadar hazır ebrû çıkarttım. Öğrencilerden biri benim çok beğendiğim, sergi olursa sergileyebilirim dediğim ebrûları bir kenara ayırmaya başladı. Hayatında ilk defa ebrû gören birinin bu kadar isabetli bir ayrım yapmasına çok şaşırdım. Bu ayrımı neye göre yaptığını sordum. “Ben sinesteziğim” dedi. Bunun ne demek olduğunu sordum. “Çok yoğun renkler gördüğüm zaman sesler duyarım.” dedi. LSD maddesini alanlarda da beyindeki ses ve görme sinirleri kısa devre oluyor ve ışık patlamaları görüp gaipten sesler duyuyor bunu kullananlar. Bu bazı insanlarda doğuştan bir rahatsızlık olarak bulunuyor bu. Öğrenci, “Ben bu ebrûlara baktığım zaman çok uyumlu sesler duydum. Diğerlerine baktığım zaman gürültü duydum.” dedi. Ben de bu duruma çok şaşırdım. Eşimin nöroloji ihtisası yapan kuzenini arayıp sinestezinin ne olduğunu sordum o bana nasıl bir rahatsızlık olduğunu açıkladı. Tarihteki meşhur sinestezikler arasında Van Gogh, Mozart, Beethoven, Nikola Tesla gibi birçok müzisyenin ve ressamın bulunduğunu söyledi. Bazı insanlar fa diyez duyduklarında bu onlara indigoyu çağrıştırıyor. “Beni sinestezik yapabilir misin?” diye sordum eşimin kuzenine; koyacağım Niyazı Hoca’nın ney taksimlerini, duyduğum seslere göre de teknede döktüreceğim… Ancak bunun yalnızca doğuştan olabileceğini sonradan sinestetik olunamayacağını söyledi. Bunun üzerine ben de sesler ve renkler arasındaki münasebet konusunda çok düşündüm.
MÜZİK DİNLEMEDEN EBRÛ YAPAMIYORUM
Ben üniversitede öğrenciyken ölçme dersi diye bir dersimiz vardı. Müspet bilim dallarından birindeki parametreleri, diğer bir müspet bilim dalındaki parametrelerle özdeşleştirerek bir bilim dalındaki bir formülden başka bir bilim dalına ait geçerli bir formül elde ediyorsunuz. Mesela elektrikte voltaj, akım, direnç, ya da akışkanlar mekaniğinde borunun çapı, suyun akış hızı gibi. Elektrikte yazdığınız formülün parametrelerini değiştirerek diğer müspet bilim dallarında geçerli bir formül oluşturabiliyorsunuz. Bu konuyu da değerlendirerek, “Acaba müzikteki her bir notaya karşılık ebrûda da bir renk denk getirilebilir mi?” diye düşündüm. Örneğin rast perdesine karşılık bir renk tanımlanabilir mi acaba? Makam tanımındaki makamın üçlüsü, beşlisi, güçlüsü gibi ebrûda da renkleri gruplayarak bir arada uyum içinde olan renk grupları tanımlanabilir mi diye çok düşündüm. “Makamın uyumlu seslerden kurulu bir çeşni olması gibi, karşılığından da uyumlu bir ebrû çıkabilir mi?” diye düşündüm. Tabii bu işin teorik tarafı ve bu hâlâ benim için cevaplanmamış bir soru.
Az önce bahsettiğim o kız öğrencinin bazı ebrûlarda çok uyumlu sesler duyup bazılarında gürültü duymasını unutamıyorum. Ben müzik dinlemeden ebrû yapamıyorum. Mutlaka müzik dinleyip, modern tabir ile “havaya” girerim.
Ebrû teknesinin başında neler dinliyorsunuz?
Genellikle tasavvuf müziği, klasik Türk müziği, Mevlevi ayinleri ve ilahiler dinlerim. Yenikapı Mevlevihanesi'ndeki Ayin-i Şeriflerde de arkadaşlar seyrek icra edilmiş ayinleri veya o ayinlerin orijinal halleri ile icralarını yapıyorlar. Mesela geçen sefer Kûçek Mustafa Dede’nin Beyâti Ayini’ni Halep Mevlevihanesi'nde icra edildiği biçimi ile icra ettiler.
Sosyal medya paylaşımınızı görmüştüm Hocam.
Onları kaçırmamaya çalışıyor, bu ayinler için oraya gidip dinliyorum.
Son iki sorumuz olsun hocam. Birincisi şu: Mühendislik formasyonunuzun ebrûya, tekneye nasıl bir katkısı oldu? Biz de, takipçilerimiz de bunu merak ediyoruz.
Ebrû teknesinde olan olaylar sonuç olarak fiziksel, kimyasal veya fizikokimyasal olaylardır. Mustafa Düzgünman Hoca hayatta iken, Oktay Sinanoğlu ebrûyu merak etmiş. Uğur Derman Hoca da kendisini Mustafa Hoca’nın teknesine götürmüş. Oktay Bey, “Bu iş tam benim sahama giriyor. Bundan çok güzel doktora tezi olur, benim bunu çalışmam lazım.” demiş.
Netice nasıl hâsıl olmuş?
Ancak bu konuda doktora yapacak bir talebe bulamadığı için çalışamamış. Sorunuzun cevabına gelecek olursak… Ebrû teknesinde bir mühendisin ilgisini çekebilecek çok şey var. Sığır ödünün içerisinde yüzey aktif asitler bulunur. Bu yüzey aktif asitler, kitrenin üzerindeki yüzey gerilimini kırıp boyanın açılmasını sağlıyor. Kitrenin kıvamını arttırdıkça yüzey gerilimi artıyor ve daha fazla öd koymanız gerekiyor veya öd ile beklemiş boya gittikçe güzelleşiyor, inceliyor. Çünkü ödün içerisindeki yüzey aktif asitler aynı bir deterjanın kumaşa tutunmuş bir kir parçasını söküp ayırması gibi boyadaki topaklanmaların en küçük zerrelerine bölünmesini sağlayarak daha güzel bir ebrûnun ortaya çıkmasını temin ediyor. Bunlar ancak bir mühendisin kafa yoracağı problemler. Bugüne kadar hiçbir ebrûcu böyle şeyler düşünmemiş. “Neden bu boyanın içerisine öd koyuyoruz?”, “Öd ile beklemiş boya neden güzelleşiyor?”, “Kitrenin kıvamı artınca neden daha fazla öd kullanmak gerekiyor?” gibi sorular, ebrû sanatçıları tarafından sorulmamış.
Bunların mühendislik formasyonuyla ilintileri neler?
Bunların mühendislik formasyonum ile şöyle bir alakası var: Ben 31 sene Ar-Ge alanında çalıştım. PTT Arla’da başladım, Teletaş ve Tübitak’ta araştırma projelerinde çalıştım, pek çok projeyi yürüttüm ve araştırma merkezinin yöneticiliğini yaptım. Dolayısıyla bu tür problemler benim çok ilgimi çekiyor.
Teknenin yüzeyine boya serpiyorsunuz. Bir noktadan sonra ne kadar öd koyarsanız koyun, boya açmıyor. Bugüne kadar açan ödün neden açmadığını anlamaya çalışıyorsunuz. Bunların hep bilimsel açıklamaları var. Ben bu bilimsel açıklamaları merak edip çözmeye çalıştım kafamda. Bu anlamda mühendislik eğitiminin çok faydasını gördüm. Bu eğitimi almış olmasaydım kimyasal olaylar, yüzey aktivitesi gibi olayları merak etmezdim veya etsem de nasıl çözebileceğimi belki de bulamazdım. Ancak Ar-Ge ile uğraşmış olmak bana çok fayda sağladı. Çünkü Ar-Ge yaparken mutlaka problemler çıkar ve siz de bu problemleri çözebilmek için çaba sarf edersiniz. Ebrûda da sürekli problemlerle karşılaşıyorsunuz. Hiç ummadığınız yerden ummadığınız problemler çıkıyor ve bunu da ummadığınız bir biçimde çözüyorsunuz. Kimini düşüne düşüne buluyorsunuz, kiminin çözümünü rüyanızda görüyorsunuz.
EBRÛ ÖĞRENMEK İSTEYEN EBRÛNUN ADABINA VÂKIF DOĞRU BİR USTA BULMALI
Hocam son olarak, ebrû sevenlere ve ebrûculara nasıl bir mesaj vermek istersiniz?
Türkiye’de ebrû yapmak isteyen çok insan var. Bana her gün “Hocam, ben ebrû öğrenmek istiyorum. Nereye gitmeli, kimden öğrenmeliyim?” şeklinde çok mesaj geliyor.
Öncelikle ebrû öğrenmek isteyen herkesin ebrûyu doğru bilen, doğru ustadan öğrenmiş, adabı ile icra edebilen bir usta bulması lazım. Bu, şuna benzer: Ney öğrenmek istiyorsanız, Niyazi Hoca’ya gidebilirsiniz veya Salih Bilgin’e gidebilirsiniz veya bir sokak çalgıcısından öğrenmeye de kalkabilirsiniz. Sokak çalgıcısından öğrenirseniz, sokak çalgıcısı kadar çalabilirsiniz. Ancak Niyazi Hoca’dan öğrenirseniz, Niyazi Hoca'nın vardığı yere kadar ulaşma şansınız olabilir. Dolayısıyla ebrû öğrenmek isteyen herkesin doğru bir usta bulup o usta ile çalışması gerekiyor.
Doğru usta bulamayanlar, ebrû yapmak zorunda olmadıklarını unutmasınlar. Bunun yerine doğru usta bulabilecekleri başka bir sanat dalı ile meşgul olmayı tercih etsinler bence. Çünkü diğer sanat dallarında da doğru yola ancak doğru usta ile gidebilirsiniz.
EBRÛ YAPANLAR DOĞRU EBRÛ YAPSINLAR
Ebrû yapanlara nasıl bir tavsiyede bulunmak istersiniz?
Doğru ebrû yapsınlar. Ben sergi açtığım zaman duvara da doğru ebrûnun tarifini yazdım. Üniversite hocalarından biri, sergimi metheden bir yazı yazdı. Aynı Hoca doğru ebrû tarifi konusunu eleştirdi, ebrûnun doğrusu ve yanlışı olup olamayacağını sorguladı.
Ancak ebrûnun doğrusu yanlışı vardır. Benim için Edhem Efendi, Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman’ın yaptığı gibi ebrûlar doğru ve geleneklidir. Onun dışındakileri şüphe ile karşılarım. En azından, ne olduklarına gelecek nesil karar vermelidir.
Hoş bir sohbet oldu hocam. Allah razı olsun.
Âmin ecmain. Ben de teşrifleriniz için hem size hem de Aslan Bey’e çok teşekkür ederim.
İbrahim Ethem Gören