PROF. DR. AHMET HAKKI TURABİ İLE MÛSİKÎ SOHBETİ
Türk dini mûsikîsinin otorite şahsiyetlerinden Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi ile öznesinde mûsikî olan bir sohbet gerçekleştirdik. Ahmet Hakkı Turabi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Birincilikle bitirdiği fakülteye mezun olduktan iki hafta sonra Türk Din Mûsikîsi Anabilim Dalı araştırma görevlisi olarak göreve başlamış. Müzik eğitimini fakültedeki müzik derslerinin yanı sıra İleri Türk Musikisi Konservatuarı ve özel hocalardan aldıktan sonra 1993-1994 yıllarında Ürdün Üniversitesi’nde bir yandan Arapçasını geliştirirken diğer yandan da Arap müziğini araştırmış. İlk dönem İslâm dünyasındaki müzik faaliyetleriyle ilgili pek çok yayında imzası bulunan Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi, “Erzurumi İlahiler”, “Sivâsî İlâhiler”, “Niyâzî İlâhiler” gibi kitapları ve “Turabi İlahiler” serlevhalı çalışmalarını musikiseverlerin beğenisine arz etmiş. “Şifanağme 1-4” albüm serisi ile Türk Müziği Makamlarıyla Tedavi sahasına hizmet etmiş. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde maddeleri bulunan Ahmet Hakkı Turabi ses ve kanun sanatçısı olarak yurtiçi ve yurtdışında birçok icralara katılmış. 1996 yılında “el-Kindî’nin Mûsikî Risâleleri” isimli teziyle yüksek lisans; 2002’de “İbn Sînâ’nın Kitâbü’ş-Şifâ’sında Mûsikî” isimli tezle doktora; 2006’ yılında ise “Gevrekzâde Hâfız Hasan Efendi ve Musiki Risalesi” isimli çalışmasıyla doçentlik derecesi alan Ahmet Hakkı Turabi, Marmara Üniversitesi Türk Din Mûsikîsi Anabilim Dalı Başkanı olarak akademi camiamızın ve dini mûsikîmizin hizmetinde bulunuyor. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Konservatuarı Türk Tasavvuf Müziği Korosu’nun şefi olarak topluluğun icralarını yönetmekte olan Ahmet Hakkı Turabi ile mûsikî ve mûsikî yolculuğu üzerine hasbihal ettik.
‘OLMAZ İLAÇ SÎNE-İ SAD-PÂREME’
Ahmet Hakkı Hocam mûsikî ile irtibatınız nasıl başladı? Gönlünüz mûsikîde nasıl karar kıldı?
1976 senesinde Hakk’a yürüyen dedem “Keçeci Hoca” namiyle ma’rûf Mehmet Turabi ile başladı desem daha doğru olur. Kâdirî Meşâyıhı’ndan olan dedemin lâtif sesi ve klâsik tekke tavrıyla okuduğu ilahiler çocuk yaşta hem kulağımızı hem gönlümüzü ısıttı. Onun hâli ve kavlinin fakirin üzerinde oldukça tesiri olmuştur. Babam Mehmet Ali Turabi’nin mûsikî kâbiliyeti ve aşkı ise, dedemin bıraktığı tesirin devâm etmesini sağladı. Çok güzel, zarîf bir sese ve mûsikî tavrına sahip olan babamla küçük yaşlardan itibaren meşkettiğimiz eserlerin –ki ilk eserimiz Hacı Arif Bey’in segâh makamında “Olmaz ilaç sîne-i sad-pâreme”- yanısıra, evde dinlediğimiz müzikler, mûsikîye olan ilgi ve muhabbetimizin artmasını sağladı.
Öğrencilik yıllarınızdan bugüne gelinceye kadar mûsikî yolculuğunuzu kısaca özetleyebilir misiniz?
İlkokul yıllarında aileden aldığımız mûsikî muhabbeti ve zevkinden sonra 1980 yılında başladığım Gümüşhacıköy İmam Hatip Lisesi’nde meslek dersleri ve sınıf öğretmenimiz Sn. Mehmet Özden sayesinde oldukça önemli ve kıymetli bir repertuarımız oldu. Hocamızın bu konudaki heyecanı ve gayretinin yanı sıra sesinin güzelliği ve kaliteli bir mûsikî tavrına sahip olması, bizim için en büyük kazanımdı. 1987 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geldiğimizde Yrd. Doç. Dr. Nuri Özcan hocamızın çalıştırdığı koroyla çalışmalara başladık. Bilhassa fakültedeki mûsikî ana ve seçmeli derslerinde kıymetli hocamızdan çok istifade ettik. Fakülte eğitiminin beraberinde İleri Türk Musikisi Konservatuarı’nda müzik eğitimi aldım. Kıymetli sanatçı Sn. Çetin Körükçü yönetimindeki koroya devam ettim. Ayrıca Sn. Taşkın Savaş yönetiminde İstanbul Türk Ocağı Korosu’nda uzun yıllar çalıştım. Bu koro ve korodaki arkadaşlarım sayesinde İstanbul Türk Tasavvuf Mûsikîsi ve Folklorunu Yaşatma Vakfı’nda pek çok eser meşk etmekle kalmayıp burada dînî mûsikîmizin özünü idrâk ettik.
MÛSİKÎ SES MÜHENDİSLİĞİDİR VE SESİN OLDUĞU YER YERDE MÛSİKÎ VARDIR
Dini mûsikî denilince ne anlaşılmalıdır?
Dini mûsikî, oldukça geniş bir sahadır; mûsikînin ve dinin bir arada olduğu her şey bu alana girmektedir. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetinden ilâhilere varan büyük bir yelpazedir. Her şeyden önce Mûsikî “hendese-i savt”tır; yani ses mühendisliğidir ve sesin olduğu her yerde mûsikî vardır. Cenab-ı Allah’ın insanlara lûtfettiği yüce hislerin başında gelir. İhvân-ı Safâ, mûsikî risâlesinde der ki “Mûsikî sanatının da dinleyenlerin kişilikleri üzerinde çeşitli tesirleri vardır. Dolayısıyla Âdem (a.s.)’den beri bütün ümmetler ve pek çok hayvanlar müziği kullanmışlardır. Müziğin insanlar üzerindeki tesirine en büyük delil, insanların onu bazen düğün, düğün yemeği ve davetlerde sevinç ve mutluluk amacıyla; bazen gam keder, âfet ve matemlerinde; bazen mabedlerde ve bayramlarda; bazen evlerde ve caddelerde; hazarda ve seferde; rahatken ve yorgunken; çarşı-pazarlarda ve sultanların meclislerinde kullanmalarıdır. Müziği erkekler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, âlimler, câhiller, sanatkârlar velhasıl tüm insanlar kullanmışlardır.”
DÎNÎ MÛSİKÎMİZ TÜM İBADETLERİN SESLİ İCRALARINI KAPSAMAKTADIR
Dînî mûsikîmiz, dînî olan gün, gece, bayram, matem başta olmak üzere tüm ibadetlerimizde sesli icraların tamamını kapsamaktadır.
Genel hatlarıyla Türk din mûsikîsinin makamlarını tanıtır mısınız?
Dînî mûsikîmiz, Türk Mûsikîsi makamlarının hemen hepsini kullanmakla beraber gerek camide gerek tekkelerde bazı makamlar daha çok tercih edilmiştir. Mesela ezan makamları olan saba, uşşak, rast, segâh, hicaz genelde tercih edilmiştir. Bununla birlikte ramazan ayıyla özdeşleşen acemaşiran, eviç, ısfahan makamları; diğer yandan hicazkâr, suzinak, bayati, neva, hüzzam, mahur, hüseyni makamları en sık kullanılan makamlardır.
ECDADIN ‘İLM-İ ŞERÎF’ DEDĞİ MÛSİKÎ İŞİTSEL BİR SANATTIR
Mûsikî öz sanatlarımızın arasında nerede durmaktadır?
Mûsikî, öncelikle klâsik ilimler tasnifinde Riyâzî (Matematik) İlimler arasında sayılmaktadır: Aritmek, geometri, astronomi ve müzik. Oldukça ciddi bir matematik ve fizik bilgisi gerektiren nazariyatı dolayısıyla ecdâdın “ilm-i şerîf” (yüce bir ilim) olarak tavsif ettiği mûsikî, işitsel bir sanattır. Bundan dolayı büyüklerimiz bu sanatı “semâ‘” olarak isimlendirmişlerdir. İnsan için her şey aslında elest bezminde Allah’ın “elestü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) hitabını işitmekle başlar.
İŞİTME AHDİN VE İMANIN İLK ADIMIDIR
Bundan dolayı işitme, ahdin ve imanın da ilk adımıdır. Bu konuda bazı filozofların “göz mü kulak mı, görme mi işitme mi önemlidir?” sorusuna verdikleri bazı cevaplardan örnek verelim.
Tabii ki, buyurunuz muhterem hocam…
“…Bir diğeri şöyle dedi: “Görme ve işitme, Allah Teâlâ’nın bahşettiği beş duyunun en yücelerinden olmakla birlikte; bana göre görme işitmeye göre daha önemlidir; zira görme gündüzler gibi, işitme ise geceler gibidir.” Diğeri şöyle dedi: “Bilakis işitme, görmeden daha yücedir. Çünki görme, duyulmadığı şeyin arkasından onu kavrayana kadar gider, yani bir köle gibi ona hizmet eder. İşitme ise, duyumladığı şeylerin kendisine doğru taşındığı bir durumdadır, yani krallar gibi kendisine hizmet ettirir.” Biri şöyle dedi: “Görme, duyulmadığı şeyleri ancak dosdoğru bir hat üzere görür, işitmede ise dairesel bir duyulmama söz konusudur.” Bir diğeri şöyle dedi: “Görmenin duyumladığı şeyler daha çok cismanidir; işitmenin duyumladığı şeyler ise tamamen ruhanidir.” Diğeri şöyle dedi: “Kişi işitme yoluyla kendisinden zaman ve mekân olarak ğaib olan şeylerin haberini alabilir. Görme yoluyla ise ancak o an huzurunda olan şeyi bilir.”
MÎSİKÎ, “HİSSİYÂT-I ÂLİYE”NİN; YÜCE HİSLERİN BAŞINDA GELİR
Mûsikî-sanat ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?
Mûsikî günümüzde güzel sanatlar olarak adlandırılan ve “hissiyât-ı âliye” dediğimiz yüce hislerin başında gelir. Endüstriyel sanatlar denilen ve eğitim kaynaklı “zenaat”lara karşı güzel sanatlar özel kabiliyet de gerektiren sanatlardır. İşte bu özel kabiliyet, insanoğluna Allah’ın “Sâni‘” ism-i şerifinin tecellisidir. İnsan bunun Allah tarafından bir lûtuf olduğunu bildiği müddetçe sanatı hem kendisine hem insanlığa fayda verir; dünyasını mamur ederken ebedî olan âhiretini de inşâ eder. Her şeyin sahibi Allah’tır ve sahibinin sesini ifade edemeyen her mûsikînin ömrü ancak bir insan ömrü kadar kısadır.
HZ. MEVLÂNA: “MÛSİKÎ, ALLAH ÂŞIKLARI İÇİN RUHUN GIDASIDIR”
Ruha gıda mûsikî nasıl tarif edilebilir?
Hz. Mevlâna “Mûsikî, Allah âşıkları için rûhun gıdasıdır; zîrâ onda sevgiliye yani Allah’a kavuşma ümidi mevcuttur” buyurmaktadır. Bedeni yiyecek-içecekler doyurur; ruh ise duygularla beslenir. Rûhânî bir sanat olan ve doğrudan tesiri de ruha olan mûsikî ise ruhların ana besin kaynağıdır. Herkes hasretini çektiği ve muhtaç olduğu şeyi mûsikî ile ifade eder veya bunların ifade edildiği müzikleri dinler. Tabii ki burada kişinin ilmi, idrâki, irfânı, kültürü çok önemlidir; bundan dolayı bazan lâtîfe kabilinden “bana dinlediğin müziği söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” deriz.
Tasavvuf mûsikîsi ile sanat müziğinin kesiştiği noktalar nelerdir? Aralarında ne tür geçişler, alış verişler söz konusudur?
Öncelikle tasavvuf mûsikîsi tanımı üzerinde duralım.
Elbette, lütfedersiniz…
Maksadımız tasavvufî hayatın mûsikîsi ise bunun orijinal ismi “tekke mûsikî”dir. 1980’li yıllarda dînî mûsikîmizin ekranlara çıkabilmesi adına yakıştırılan “tasavvuf mûsikîsi” ismini kullanmakta bir beis olmamakla birlikte doğrusunu açıklamış olalım efendim.
MÛSİKÎ BİZATİHİ SANATTIR
Mûsikîmiz zaten cumhuriyet dönemine kadar Dînî ve Sanat Müziği şeklinde bir ayrıma tabi tutulmamıştır. Mûsikînin kendisi zaten sanattır; icra edilen mûsikî söz ve tavır olarak dînî olabilir. Dolayısıyla kesiştiği nokta diye bir durum söz konusu değildir. Hiç ayrılmadılar ki kesişebilsinler. Türk Mûsikîsi tarihine baktığınızda bestekârlarımızın böyle bir ayrıma gitmediğini ve her formda eserler verdiğini görebiliriz. Hatta son döneme -bazı istisnaların dışında- kadar hemen tüm mûsikîşinaslarımızın din adamı olduğu hakikati ile karşılaşacaksınız. Ancak Osmanlı’dan sonra din adamı olmayan mûsikîşinâslar görebilirsiniz.
Dînî mûsikî için ‘İslâm’ı tanıtmada bir fonksiyon icra ediyor’ diyebilir miyiz?
Bu soruya Yusuf İslam (Cat Stevens)’ın “Neden Hala Gitarımı Taşıyorum” kitabındaki ifadesi üzerinden cevap vereyim: “Bu konuda İslâm âlimlerinin verdiği kesin bir karar yok. Gayrimeşru ilişkiler, uyuşturucu ve rock&roll denen hayata kesinlikle dönmeyecektim. İslâmiyet sayesinde hayatım, artık müzik işinin temel cazibelerine veya yozlaştırıcı etkilerine esir değildi. Amacım müziği istihsan yoluyla olumlu amaçlar, iyi haberler ve davet için kullanmaktı. Avrupa’nın kalbinde Bosnalı Müslümanlara yapılan o korkunç soykırımdan beri, büyük felaketlerin yaşandığı dönemlerde insanların moralini yüksek tutmada motivasyon sağlayan şarkıların ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Bu, Peygamberi (s.a.v.) de örnek alan bir tavır. Bir seferdeyken şiir dinledikten sonra itiraz eden Ömer bin el-Hattab’ı susturduğu ve Abdullah bin Ravaha’nın şiirlerinin ‘yüz oktan daha güçlü’ olduğunu söylediği anlatılır. Son olarak da müziğin her yerde çaldığı bir gerçektir. Mescid-i Haram’ın (Mekke’de Allah’ın Evi) çevresindeki bölgede bile müzik yayını yapan, televizyon programları açan ve cep telefonu melodileri satan otel ve mağazalar var ve hepsi de ibadet eden mübarek insanların duyabileceği mesafede. Eğer müzik gerçekten Kuran, hadisler ve mutlak ‘ittifak’a (icma) göre yasak olsaydı, o da alkol gibi, Mukaddes Mekke şehrinde, katı dini yetkililerin dikkatli takibi altında asla bulunamazdı; cep telefonlarının toplatılması, televizyon ve hoparlörlerin de bira ve şarap şişeleri gibi kırılması gerekirdi.”
“ETE KEMİĞE BÜRÜNDÜM, YUNUS DİYE GÖRÜNDÜM”
Günümüz medyasında bir müzik birkaç dakika içerisinde milyonlar tarafından dinleniyor ve izleniyor (!). Böyle bir gücü kim kullanmak istemez ki? Biz, bugün asırlar ötesinden seslenen Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Mevlânâ, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin nutk-i şeriflerini, büründükleri müzikle hatırlarız. Kitaplarının isimlerini bilmeyiz ama bestelenmiş manzumeleriyle onlar ve ifade ettikleri İslâm asırlardır tüm dünyayı gezmektedir. “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” ifadesine nazîre olsun: “Rast’a segâha büründüm İslâm diye göründüm”.
HER KÜLTÜRÜN BİR MÜZİĞİ VE HER MÜZİĞİN BİR KÜLTÜRÜ VARDIR
Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri müzik, dînî mûsikîye nasıl etki etmiştir?
Her kültürün bir müziği ve her müziğin de kendine has bir kültürü vardır. Kişi, bir yere giderken dış görüntüsünü değiştirebilir, hatta kalbî hasletlerini bile gizleyebilir ama müziğini asla. Müziğin ruhun derinliklerinden gelmesi, ayrıca miras olarak kalması gibi sebeplerden dolayı, mutlaka Orta Asya müzik, Türk müziği zevkimiz dînî mûsikîmize tesir etmiştir. Daha doğrusu biz bu anlamda zaten müziğimizi değiştirmedik; geleneksel müziğimizin mayasıyla birlikte yeni gelinen coğrafyanın kültürlerinin müziği ile yoğrulan müziğimiz İslâm irfanı ile zirveyi yaşamıştır.
Tekke mûsikîsi, Anadolu'daki enstrüman ve müziklerden etkilenmiş midir?
Müzik için sınır olmadığı gibi, sınır ve gümrük kapıları da yoktur. Türklerin kopuzu ve ıklığı İslâm dünyasını etkilediği gibi, Anadolu’da kullanılan tanbur, ud, kanun, kemençe vb. sazlar da Türkler tarafından kullanılmıştır. İcra edilen müzikten etkilenmemek zaten mümkün değildir. İbn Sînâ der ki “Müzik hep daha güzel olan üzere kurulu bir iştir”. Zaman içerisinde kulaklar yeni müziklere alışır ve mezcetmeye başlar. İslâm’da güzel sanatların gayesi Allah’ın güzelliklerini ifade edebilmektir. Bundan dolayı daha güzelini arama telaşı yeni müziklere açılan kapıdır.
Mûsikîmiz Arap ve Rum müziklerinden ne oranda etkilenmiş ve miras olarak neleri almıştır?
İnsanoğlu bir bardak sütte ne oranda enerji, protein, karbonhidrat, yağ, vitamin, element ve asit olduğunu görebildiği zaman müziğimizdeki farklı unsurları da görebilir. Tabii ki efendim mûsikîmizde Arap ve Rum tesirlerini net bir şekilde işitemeyiz ama hissedebiliriz. Bunun en azından büyük bir oran olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Kullanılan sazlara ve tarihsel süreçte gelişmelerine değinir misiniz?
Dînî mûsikîmizin cami kısmında insan sesinden başka enstrüman kullanılmaz; bununla birlikte tekke mûsikîsinde başta bendir, kudüm olmak üzere tarikatlere göre farklılık arz etmekle beraber zikir merasimlerinde enstrüman kullanıldığı vakidir. Enstrümanın en çok kullanıldığı zikir merasimi Mevlevî Âyinleri’dir. Kudüm, rebab, tanbur, ney sazlarıyla başlayan Mevlevi âyinlerinde tarihi süreç içerisinde hemen her sazın kullanıldığı görülmüştür.
MÛSİKÎMİZİN GELİŞMESİNDEN SARAY VE TEKKELER ROL OYNAMIŞTIR
Mûsikîmiz gelişmesini Saraya mı yoksa Tekkelere mi borçludur?
Her ikisine de borçludur. Daha doğrusu ne saray tekkeden uzaktır ne de tekke saraydan bîgâne kalmıştır. Zira her ikisinde de insan faktörü vardır. Hâl ilmi olan ve kâmil insan olma gayreti olarak da isimlendirilen tasavvuftan başta padişahlarımız olmak üzere tabii ki saraydakiler de uzak kalmamışlardır. Bir yandan tarihi boyunca bir nevi konservatuarlar gibi müzik okulu işlevi de olan mevlevîhâneler, diğer yandan pek çok padişahımızın ve devlet erkânının tarikat intisabının olması, mûsikîmizin gelişmesinde hem sarayın hem tekkelerin önemli rol oynamasına sebep olmuştur.
TÜRK MÜZİĞİNİN AKADEMİLERİ CEHRÎ ZİKİR YAPILAN TEKKELERDİR
Büyük bestecilerimiz nasıl ve kimler tarafından yetiştirildi, bir akademileri var mıydı?
Türk Mûsikîsi hoca-talebe arasında bire bir ders diyebileceğimiz “meşk sistemi” çerçevesinde öğretilmiştir. Çocuk yaşlarda ilk mektepte ilahilerle başlayan müzik eğitiminde, daha sonra bilhassa “mehterhâne” en önemli okul olmuştur. Saraydaki “enderûn” bir üst seviyede müzik eğitiminin verildiği kurumdur. Mehterhânenin lağvinden sonra kurulan “mızıka-i Hümâyûn” her ne kadar batı müziği eğitiminin resmi başlangıcı olsa da yine de bir müzik okulu olmuştur. Son dönemlerde kurulan “Dârülelhân” Türk Müziği eğitiminin verildiği oldukça önemli bir kurumdur. Şu kadarını ifade etmeliyim ki dînî mûsikînin akademileri, cehrî zikir yapan tekkeler olmuştur.
DİNLENİLMEKTE OLAN MÜZİKLERİN KALİTESİ TOPLUMUN AYNASIDIR
Günümüzde mûsikîmizin toplumla ilişkisi hangi boyuttadır?
Günümüzde müzik, toplumun her kesimine nüfuz eden bir konumdadır. Bu durum günümüze mahsus değil, müziğin sırlı gücüne mahsustur. Zira her duygunun ifade edilebildiği müzik sanatı, haliyle toplumu sarmalayan bir sanattır. Pek çok toplumsal olay, müzikleriyle hatırlanır. Sosyal hadiseleri, siyasi görüşleri, mezhepsel ve ideolojik farklılıkları temsil eden müzikler vardır. Bu olgu zaman içerisinde ve müziğin ifade gücüyle ortaya konmaktadır. Ne var ki günümüzde çoğunluğun dinlediği müziklerin kalitesizliği ve aidiyetsizliği, aynı zamanda toplumun aynası olmaktadır.
MİLLÎ MÜZİK POLİTİKASINA İHTİYACIMIZ VAR
Üniversitelerde Türk mûsikîsinde yeteri kadar uzman, akademik çalışmalar yapacak personel var mı?
Kesinlikle var ve her uzman branşıyla ilgili ciddi gayretler göstermektedir. Ne var ki bizim bir “Millî Müzik Politikamız” yoktur. Bunun yokluğu beraberinde müzik uzmanlarının dikkatlerini dağıtmaktadır. Bunun tabii bir sonucu olarak ferdi çalışmalar, dağınık bir haldedir. İdeolojik yaklaşımların da tesiriyle Türk müziğine vâkıf olmayan, Türk müziği sevmeyen ve dinlemeyen, daha ötesi bu müziği tahkir ve tezyif eden Türk Müzikçilerimiz olduğu müddetçe de durum farklı bir hale dönmeyecektir.
Müzik Üniversitesi’nin kurulması gündeme gelmişti. Bu konudaki gelişmeleri aktarabilir misiniz?
“Müzik Üniversitesi” açılacak haberleriyle başlayan süreç, Ankara’da “Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi” ismiyle bir üniversitemizin açılmasıyla neticelendi. Üniversite, –hala da devam eden- pek çok istişârî toplantılar çerçevesinde Sn. Prof. Erol Parlak’ın rektörlüğünde eğitim-öğretime başlamıştır.
TÜRK DİN MÎSİKÎMİZ AKADEMİK, İCRA VE KALİTE ANLAMINDA CİDDİ BİR YÜKSELİŞ İÇERİSİNDEDİR
Türk dini mûsikîsinin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kalite yükseliyor mu?
Türk Din Musikimiz, akademik, icra ve kalite anlamında ciddi bir yükseliş içerisindedir. Bilhassa bu konuda tasavvufî okullar başta olmak üzere, merhum Ahmet Hatiboğlu Hoca gibi şahsi gayretlerin ve ilahiyat fakültelerinde açılan Türk Din Musikisi anabilim dallarının faaliyetlerinin büyük rolü vardır. Ne var ki doğru olana değil de farklı olana iltifat, her sahada olduğu gibi Türk Din Mûsikîsi alanını da etkilemektedir. Geleneksel-modern ayrımı bağlamında, bazılarımızın yeni olana gösterdiği anlamsız tepki, bazılarımızın da eski olana duyduğu nefret gibi ifrat-tefrit halleri, dini mûsikîmizin durumunu karmaşık bir hale getirmektedir. Problemin temelinde yatan en önemli sebep yine cehalettir. Bilhassa Arap dünyasından devşirilen müziklere giydirilen Türkçe sözlerin seslendirildiği müziklere Türk Din Mûsikîsi ismi verildiği müddetçe, uzun bir Arabesk müzik girişiyle başlayan ilahiler olduğu müddetçe, büyük bir saz baskısının arkasında kalan cılız sesler olduğu müddetçe, radyolarda dini müzik adı altında –sadece İngilizce olduğu için- yayınlanan Afrika kilise müzikleri yayınlandığı müddetçe bu durum kaliteyi artırmayacak, aksine düşürecektir. Diğer yandan bilhassa en önemli cami uygulamamız ve vitrinimiz olan ezanlarımızın uygulandığı makamlara ve ezan tavırlarına dikkat çekmek isterim. Başta dediğimiz gibi dini mûsikîmizde hemen her makam tatbik edilir. Ne var ki geleneğimizde ezanların makamları bellidir.
Farklı makam uygulamaları yapılamaz mı?
Tabii ki yapılabilir. Ancak ezan tavrında olması gerekir. Bazı müezzinlerin farklı olmak gayretiyle okudukları ezanları şarkılaştırmaları hiç de hoş değildir.
İmamlarımızın, müezzinlerimizin mûsikî ile nasiplenip ‘sadra şifa’ okuyuşlara sahip olmaları için neler yapılabilir?
Bu konuda tabii ki başta Diyanet İşleri Başkanlığı’na büyük iş düşmektedir. Bilhassa Haseki Eğitim Kurumu ve İhtisas Merkezleri’nde dini musiki uzmanlarının rehberliğinde verilecek dersler mevcut görevlilerimize oldukça faydalı olacaktır. Diğer yandan din adamlarımızın yetiştiği kurum olan İmam Hatip Liseleri’nde dinin musiki dersleri özendirilmeli, bilhassa camilerde görev almak isteyen öğrencilere öncelik verilmek suretiyle tüm öğrenciler konuyla ilgili eğitilmelidir. Ayrıca İlahiyat Fakülteleri Türk Din Musikisi anabilim dallarının, lisans seviyesinde verdikleri zorunlu derslerin sayısı artırılmalı, seçmeli derslere bilhassa diyanette görev alacak olanlar yönlendirilmelidir. En önemlisi de Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ve Türk Din Musikisi anabilim dallarının koordinasyon içerisinde birlikte çalışmaları ve güzel bir gelecek için hedefe birlikte koşmaları olacaktır. Ayrıca görevlilerimizin de “armut piş ağzıma düş” bekleyişinden ve mevcut hallerine rıza gösteren yaklaşımlarından vazgeçip çevrelerinde bu eğitimi alabilecekleri kişi ve kurumları araştırmaları, bulduklarında da ısrar ve samimiyetle musiki eğitimine devam etmeleri gerekmektedir.
Enderun usulü teravihler için de bir paragraf açalım dilerseniz. Son yıllarda tekrar gündeme gelen Enderun usulü teravih namazları eski İstanbul asırlarında nasıl icra ediliyordu?
Enderûn usulü teravih namazı, adı üzerinde Enderûn’a has bir uygulama olarak başlamıştır. Tarihi süreçte selâtin camilere de teşmil olan bu uygulamanın bilhassa mûsikî ile temâyüz etmiş tekkelerde de yapıldığı bilinmektedir.
ENDERÛN USULÜ TERAVİHLERİN AMACI NAMAZDA HUŞUU ARTIRMAKDIR
Bilhassa son yıllarda Sn. Mehmet Kemiksiz’in konuyla ilgili gayretleri ve yayınları olmuştur. Enderûn usulü teravihte maksat tabii ki namazı müzikal bir hale getirmek değil, kulun namazdaki huşûunu artırmak, namazdan alınacak feyzi ziyade eylemektir. Bu çerçevede ya imam ya da müezzinin aktif olduğu iki uygulama vardır. Yani sesi ve makamları ya imam efendi gösterir ve müezzinler ona tabi olur, ya da sesi ve makamları müezzinler gösterir ve imam efendi onlara tabi olur. Okunan ilahiler de ramazan ayına mahsus ilahilerdir. Konuyla ilgili dikkat edilmesi gereken husus makamları tutturacağım diye Kur’ân tilavetini arka planda tutarak kıraat ve tecvid hataları yapmaktır. Günümüzde Enderûn usulü yapacağım diye ramazan ayıyla ilgisi olmayan ilahilerin okunması ayrı bir usulsüzlüktür.
DÜNYAYA EZANLA MERHABA; SELÂLARLA ELVEDA DERİZ
Söyleşimize neler ilave etmek istersiniz?
Dünyaya ezanla merhaba; salâlarla elveda deriz. Dini mûsikîmizin bu iki formu arasında geçirdiğimiz tüm hayatımızda Kur’ân tilâvetinden ilahilere na’t, münacaat, müezzinlik faaliyetleri, mevlidler vb. pek çok dini mûsikî formuyla muhatab oluruz. Bu kadar çok iç içe olduğumuz dini mûsikîmizin ya tatbik edeni ya da tatbik edileni konumundayız. Özetle hepimizin bu sahada az ya da çok bilgimiz olması gerekmektedir. Özellikle başta Ahmed Yesevi olmak üzere Erzurumlu İbrahim Hakkı, Aziz Mahmud Hüdayi, Bursalı İsmail Hakkı, Muzaffer Ozak vb. hem din âlimi hem mûsikîşinas olan büyüklerimizi tanımamız gerekmektedir. Aksi halde ya Allah’ın helâlini haram eden bir cahil, ya da lûtf-i İlâhî olan böylesi bir sanattan bî-haber bir bedbaht oluruz.
KABI GÜZELLİKLERLE DOLU OLANLARDAN BESLENELİM
Son olarak okuyucularımıza mesajınızı almak isteriz.
Bedenimizin sıhhati için yediklerimize-içtiklerimize ne kadar dikkat ediyorsak, ruhumuzun sıhhati ve kemâli için de dinlediklerimize dikkat edelim lütfen. Zira hiçbir müzik size sadece ses olarak gelmez, temsil ettiği dini, ahlâkı, kültürü, medeniyeti, ideolojisiyle gelir. Herkes kabında ne varsa onu ikram eder. Dolayısıyla kendi güzel olan ve kabı güzelliklerle dolu olanlardan beslenelim.
İbrahim Ethem Gören