ÖZ SANATLARIMIZDA İCAZET GELENEĞİ
İcazet, klasik İslâm-Türk sanatlarında ustalığın, daha doğrusu maharetin kuşaktan kuşağa, nesilden nesle aktarılmasında önemli bir rolü bulunan kadim bir izin müessesesidir. Kadim ve yozlaşmamış bir ruhsat terkibi…
Muvafık görmek, izin-ruhsat vermek, müsaade etmek, münasip bulmak vb. manaları havi olan icazet/icazetname, geçmişte olduğu gibi günümüzde de öz sanatlarımızın aslî unsurlarıyla birlikte klasik usullerle ustadan çırağa, hocadan talebeye aktarılması neticesinde öğrencinin sanat ve ruh inceliği bakımından ulaştığı mertebeye, ustalık makamına işaret etmektedir.
Sanatkâr dedelerimizin “Cismani aletlerle icra edilen ruhani mühendislik” şeklinde tavsif ettiği hat sanatında icazet, müfredatı tamamlayarak, ruhen belirli bir olgunluğa; kâmil bir mertebeye vasıl olan hat öğrencisinin sanatında yetiştiğine, talebe hizmetinde bulunabileceğine ve eserlerine kendi imzasını atabileceğine dair hocası tarafından “hatt-ı icaze” ile verilen özel bir belgedir.
İcazet müessesesi tezyîni sanatlarımızın ebru, minyatür, tezhip, kaat’ı ve naht sanatı nevilerinde de yukarıda belirtilen mülahazalar dâhilinde yaşatılmaktadır.
Bu yazıda icazet müessesesinin tarihî veçhesine atıfta bulunmadan -bu husustaki mülahazalarımız özelinde değineceğiz- hat sanatı tarihinde ilk icazetnameyi İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal “Tuhfe-i Hattâtîn” isimli eserinde belirttiği üzere Mısırlı hattat Abdurrahman b. Yusuf b. es-Sâiğ’in verdiğini belirtmekle iktifa edeceğiz.
Talebe, uzun yıllar süren sanat eğitiminde sema metoduyla hocanın hemen dizinin dibinde, onun manevi ikliminde yetişir. Talip, hat sanatında hurufatın anatomisini kavrarken, ebru teknesinde iğne ile suyu kazarken, tezhipte Rumi ve Hatai motiflerinin arasına karışıp giderken hocasından hadisenin manevi sırlarıyla edebini öğrenmektedir.
“HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM.”
Hz. Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım.” buyurduğu gibi talebe de hocasının yanında bir yandan intisap ettiği sanat branşının künhüne vâkıf olmak için ter akıtırken, diğer yandan da sanatın felsefesi, adabı, geçmişi, geleceği ve evrilececeği yer üzerine hocasıyla hasbıhal ederek ruhunu ikmâl eden sohbetleri dinler.
Ekol sahibi sanatkârların gözetiminde usta-çırak, hoca-talebe ilişkileriyle asırlar boyunca tekemmül eden öz sanatlarımızın sağlam usullerle nesilden nesle intikalinde icazetin önemli bir rolü bulunmaktadır.
1950’Lİ YILLARDA ÖZ SANATLARIMIZ YENİDEN DOĞDU
Memleketimizde 20’nci yüzyılın başından ortasına kadar üzerine ölü toprağı serpilen İslâm-Türk sanatları; Necmeddin Okyay, Hamid Aytaç, Mustafa Halim Efendi, Hafız Kemal Batanay, Beşiktaşlı Nuri Efendi, Macit Ayral, Prof. Dr. Süheyl Ünver başta olmak üzere daha pek çok hamiyetli sanatkâr üstadın himmetleriyle 1950’li yılların ortalarına doğru toparlanma iklimine girerek tabiri caizse küllerinden yeniden doğmuştur.
Osmanlı asırlarında uzun yıllar hizmet veren Topkapı Sarayı Nakkaşhanesi 1950’li yılların ortalarında Prof. Dr. Süheyl Ünver’in gayretleriyle yeniden tesis edilmiş; Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin misyonunu üstlenmiş ve takip eden yıllarda birbiri ardına İstanbul’da ve Anadolu’daki üniversitelerde açılan Güzel Sanatlar Fakülteleri’nin Geleneksel Türk Sanatları bölümleri öğrenci kabul etmeye başlamıştır. Bu süreçte yerel yönetimler de meslek edindirme merkezlerinde geleneksel sanatlar kursları açarak sanatseverlere mektep olmuştur.
Kültür Bakanlığı, IRCICA ve katılım bankaları da açtıkları yarışmalar ve verdikleri teşvik ödülleriyle kabiliyetli gençleri İslâm sanatlarına tutundurmaya gayret etmiştir.
Geleneksel sanatlarımıza dair cemiyette beliren ortak şûra, Türkiye ekonomisinin 2000’li yılların başından itibaren ivme kazanması ve refahın -nisbi olarak da olsa- artması; özel ve tüzel koleksiyonerlerin öz sanatlarımızı icra eden ustaların eserlerine talip olmasını hızlandırmıştır.
Arz ettiğimiz gelişmelerle 20’nci yüzyılın sonlarına doğru diriliş trendinde olan öz sanatlarımız günümüzde büsbütün yükseliş iklimine girmiş; hemen hemen her yıl düzenlenen icazet merasimleriyle sanat camiamız yeni bir dinamizme kavuşmuştur.
İCAZET HOCANIN TALEBEYE İTİMADIDIR
İcazet, sanatı hakkıyla öğrenen ve icra etmeye hak kazananlara verilir. İcazet; hocanın, talebesinin sanatına olan itimadının bir göstergesidir. Bu itimat dolayısıyla talebe, sanatına karşı öz güvenini artırır.
Evet, üstad icazetnameyi yazdığında talebe alın terinin, sabrının, azminin mükâfatını almış; artık sanatın anahtarı eline geçmiştir. Bundan sonra sanatta gidilecek yollar çalışma, alın teri, üstad ile istişare ve gayret ile doğru orantılı olarak alınacaktır.
Hat sanatında belirli bir olgunluğa erişen öğrenci, hocasının talimatıyla icazet levhasını yazar. Kimi örneklerde olduğu gibi icazet alacak hat talebeleri, hocası ve diğer hattatların huzurunda icazet levhalarını yazarlar ve böylece hattatlığa, ustalığa adım atmış olurlar. Hocası da talebesinin hazırladığı levhanın altına icazet kıtasını yazar.
Bir icazet levhasında talebenin yazısı, icazet veren hocanın ve talebenin isminin yanı sıra hayır duaları da yer alır. Bazı icazet levhalarında iki, üç ya da daha fazla sayıda hattatın imzalarına da rastlanmaktadır. Süleymaniye Camii müezzinlerinden Saim Özel’i Fatih’teki evinde ziyaret etmiştim. Mezkûr ziyarette merhum Hocamızın icazetini incelemiş ve bu naif levhada Mustafa Halim Efendi’nin yanı sıra Hattat Hamit Bey’in ve Beşiktaşlı Nuri Efendi’nin imzalarını görmüştüm.
Hat mekteplerinde, hat müfredatını bitiren talebelere, hocaları tarafından icazet makamına kaim, şahadetname vesikası ya da bitirme belgesi verildiği de bilinmektedir. Mustafa Halim Efendi örnekliğinde olduğu gibi Medresetü'l Hattatîn'den mezun olanlara bu türden şahadetnameler verilmiştir.
İCAZET YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR
İcazetle sanatın künhü öğrenilmiş olmaz. İcazet aslında yeni bir başlangıçtır. Hattat yazdıkça, göz nuru döktükçe yazıyı kemal mertebeye ulaştırır. Ebrucu tekne başında günler, haftalar geçirdikçe; müzehhibenin fırçasından mütemadiyen altın damladıkça sanattaki vukûfiyeti; öğrendiklerini öğrettikçe de ustalığı artar.
Hattatın elindeki kamış kalem, aharlı kâğıdın şefkatli yüzünde aheste aheste ilerledikçe sanatı gelişir, kamış kalemin zikri dillendikçe sanatta mesafe alır; tevazu sahibi olduğunda ise sanatı zirveye varır. Şairin, “Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebât/Mütevâzı’ olanı rahmet-i Rahman büyütür” yani “Bitkiler toprağa düşmeden (ekilmeden) filizlenemez (olgunlaşamaz)/Alçak gönüllü olanı Allah’ın rahmeti büyütür” kelâmının sırrı, en fazla öz sanatlarımızın icrasında tecelli eder. Geleneksel sanatlarımız tekebbürü kaldırmaz. ‘Ben oldum.’ denilince olunmaz, ‘Ben vardım.’ denilince varılmaz, ‘Ben yazdım.’ denilince yazılmaz.
İCAZETİN MANEVÎ MESULİYETİ VARDIR
İcazet bir netice olarak telakki edilmemelidir. Zahiren bir netice olmakla birlikte talebenin mesuliyetini artıran, el aldığı sanat dalındaki ustalığının yükünü hamilinin sırtına vuran bir manevi mesuliyettir icazetname.
Talebe icazet aldığında yaptığı işin, eserin altına kendi imzasını atacaktır. Kendi imzasının yanında hocasının ve hocasının hocasının da ismini zikredecektir. Bu hem talebe için hem hoca için hem de hocanın takip ettiği ekol/sanat silsilesi için müteselsil bir sorumluluk hadisesidir.
İcazetle birlikte talebe artık hocalık vasfını kazanmış olur ve böylelikle öğrendiklerini öğretmeye mezun kılınır. İcazetname alan kişi, hocasından tevarüs eden tüm sanat tetebbuatını olduğu gibi milimi milimine, hüvesi hüvesine talebelerine aktarma mesuliyetini de yüklenmiş olur.
Hoca, bildiklerinin tamamını –hiçbir ustalık kırıntısı saklamadan- öğrencilerine öğretmek durumundadır. Ecdadımız bu hususta “Malın zekâtı kırkta bir; ilmin zekâtı yüzde yüzdür.” diyerek önemli bir mesuliyete dikkat çekmektedir.
İcazetli sanatkâr bir yandan mesleğini devam ettirtip mütemadiyen çalışarak, çok çalışarak ürettiği eserlerle icazetnamesini bihakkın aldığını ispat etmek durumundadır. Nitekim Kıbletü’l-Küttâb unvanının sahibi Şeyh Hamdullah, yazıdaki muvaffakiyetin sırrını “Gözlerimi hocamın eline ve kalemine, kulağımı diline, gönlümü yazıya verdim. Bir harfi en güzel yazıncaya kadar bıkmadan, usanmadan yazdım, yazdım, yazdım…” cümleleriyle ifade etmektedir.
Mücerret çalışmak, talebe yetiştirmek ve güzel eserler ortaya koymak, çağı yakalamak bir adım öte aşmak için yeterli değildir. Çağlar sonrasına sarkaçlanabilen sanatkârlar, eserlerine kendi yorumunu, sanat neş’esini, şivesini katabilenlerdir.
Yeri gelmişken Şahkulu, Karamemi, Abdullah Buhari, Ali Üsküdari, Matrakçı Nasuh, Şeyh Hamdullah, Hafız Osman, Mustafa Rakım, Sami Efendi, Şefik Efendi gibi üstadları son cümlemizde sözünü ettiğimiz asırlar sonrasında hâlâ eserleri üzerinde konuşulan ve sanatlarından gıpta ile bahsedilen ekol sahibi zatlar arasında zikretmiş olalım.
1990 yılında Tepe Edebiyat mecmuasını yayınladığımız dönemde tarihçi-yazar Yavuz Bahadıroğlu ile yaptığım bir mülakatta üstadın söylediği “Sanat inanç içindir.” düsturunu hiç unutmadım. Netice itibarıyla Sani-i Hakiki, Hakk Teâlâ Hazretleri’dir. İçine sanatı da koyacağımız tüm çalışmalar ve hayatın gayesi Rıza-i Bari’yi kazanmak için yapılır.
Sanatkâr her ne işle meşgul olursa olsun bu keyfiyeti aklından çıkarmaz yahut çıkarmamalıdır. Hazret-i Ali’nin hat sanatının icracılarına yönelik sarf ettiği meşhur “Hat, hocanın öğretisinde gizlidir. Kıvamı çok yazmakla, devamı da İslâm dini üzerine olmakta mümkündür.” sözünü tüm sanat dallarına teşmil edebiliriz.
USTALIK HOCADAN ÖĞRENİLİR
Sanatkâr her şeyden önce güzel ahlaklı olmalıdır. Klasik İslâm-Türk sanatlarının tamamında ustalık hocadan, üstaddan alınır. Sanatta kemâl noktasına vasıl olmak için çok çalışmak, üstün gayretler göstermek gerekir. Şüphesiz herhangi bir sanat dalında halka ve Hakk’a mâl olmak için Sırat-ı Müstakim üzere olmak gerekir. Bunun için de salih bir kalbe ve düzgün bir duruşa ihtiyaç duyulacaktır. Şüphesiz böyle bir duruşun ardından üstad da talebelerine icazetlerini şu cümlelerle yazacaktır:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd, Levh’i ve kalemi yaratan ve insana bilmediğini öğreten Allah’adır. Salât, ümmî olduğu halde, en iyi bilen Efendimiz Muhammed (sav) ve onun hayırlı ve kerem sahibi ailesinin ve ashâbının üzerine olsun. Bundan sonra; bu mübarek levhayı yazan Mahmut Şahin Efendi’ye yazılarının altına ismini yazmasına izin verdim. Ben acziyeti ve kusurlarını kabul eden, Hâmid’ül-Âmidî’nin talebelerinden İmam Hüseyin Kutlu. Allah (adı geçenlerin) günahlarını affetsin ve kusurlarını, Resuller Efendisi’nin hürmetine örtsün. Sene Hicrî 1427.”
“Bismillahirrahmanirrahim. Topkapı Sarayı Türk Süsleme Sanatları Kursu'na 1988'den beri devam eden Serap Bostancı’nın Türk Süslemesi, minyatür ve Şukufe dallarındaki terkiplerindeki başarısını tebrik eder ve ehliyetini tasdik ederim. Sene Hicri 1420/Şevval. Melek Antel.”
“Hamd Allah’a mahsustur. Salât ve selâm O’nun temiz Resulüne, Ehl-i Beyt’ine ve ashabının cümlesinin üzerine olsun. Gelenekli sanatlarımızdan ebruculuk hakiki bir Türk Sanatıdır. Günümüze kadar aslını muhafaza ederek gelen bu sanatı Önder Cankurtaran Efendi icra etmeye ve öğretmeye tarafımdan mezun kılınmıştır. Cenâb-ı Sani-i Hakiki ömrünü feyizli, bereketli eylesin. Âmin. Ustası Sadrettin Özçimi, onun ustası Alparslan Babaoğlu, onun ustası Mustafa Düzgünman onun ustası Necmeddin Okyay, onun ustası Özbekler Tekkesi Şeyhi Edhem Efendi, Sene 1426/2005.”
İbrahim Ethem Gören