20’inci yüzyılın önde gelen resim sanatçılarından Zeki Faik İzer’in 118’inci doğum gününü eserleriyle kutlama ana fikrinden hareketle hazırlanan “Paris, İstanbul, Nice” sergisi Kibele Sanat Galerisi’nde sanatseverlerin ilgisine arz edildi.
MSGSÜ Öğretim Üyeleri Prof. Ayşegül İzer’in, meslektaşı Emre Zeytinoğlu ile birlikte hazırlamaya muvaffak kılındığı sergi, çeşitli koleksiyonlardan ödünç alınan çalışmaların yanı sıra, aile arşivinde bulunan ve ilk kez gün yüzüne çıkarılan Zeki Faik İzer eserlerinden meydana geliyor.
ZEKİ FAİK İZER: RİTMİ DESENDE BULDUM.
Sanatını, “Ritmi desende buldum: Bazen hareketli, bazen sükûnet içinde” sözleriyle tanımlayan Zeki Faik İzer’in çalışmalarında evvelemirde karşımıza çıkan sanat hissinin adı bir yönüyle dinamizm iken diğer veçhesiyle coşku ve içtenliktir. Bu noktadan hareketle İzer'in eserlerine dikkatlice bakanlar umudu, umudun ardına yaslanan neşeyi, neşe ve umudu şenlendiren dinamizmi ve dahi aşkın bir rûhî enerjiyi görür. İzer’in hayal ufuklarından tuvallere düşen renkler ve dahi fırça marifetiyle oluşturulan lekeler üst üste eklenerek resmin mesajını muhataplarına içtenlikli bir gönül lisanıyla iletmeye başlar.
Zeki Faik İzer’in sanat hayatından derin izler taşıyan ve her bir izde ayrı bir oluş ve hikâye barındırarak 9 Temmuz 2023 Pazar gününe kadar ilgililerini Kibele Sanat Galerisi’ne bekleyecek olan “Paris, İstanbul, Nice” sergisi üzerine, sanatçının torunu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Anasanat Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşegül İzer ile bir e-mülakat gerçekleştirdik.
İbrahim Ethem Gören: Merhaba Ayşegül Hanım. Sohbetimize Zeki Faik İzer hocaya rahmet niyazıyla başlayalım ve öncelikle Zeki Faik İzer’in sanat hayatına nazar ederek ‘kısa bir sanatçı portresi’ diyelim…
Prof. Dr. Ayşegül İzer: Efendim öncelikle teşekkür ederim.
“Arzularım ki resimlerim göz önünde dağınık dursun, kalsın; resimlerime biri severek baksın, o beni mesut eder.” Zeki Faik İzer…
Biz dahi üstadın resimlerine nazar ettiğimizde mesud ve bahtiyâr oluyoruz! Siz, dedenizin eserlerine baktığınızda neler görüyorsunuz?
Zeki Faik İzer eserleri hep coşku doludur. Resimlerinde içten gelen doğal bir kendiliğindenlik, neşe, dinamizm ve enerji hissedilir. Müzikte kreşendoda sesin kademe kademe artması gibi tuvallerindeki renkler, kıvrak fırça kullanımı ile oluşturulan lekeler ve dokular üst üste gelerek, resimde ifade edilmeye çalışılan düşünceyi ve duyguyu en üst seviyeye taşıyarak izleyene yansıtır. Kendi ifadesiyle, “form ve boşlukların birbiriyle anlaşması keyfiyeti” bir resmi kalıcı kılar.
Arz ettiğiniz portrenin anahtar kelimelerini, kilit isimlerini, mühim kurumlarını, başyapıt mahiyetindeki eserlerini ve İzer’in resim anlayışını konuşalım…
Bu serginin öznesi olan Zeki Faik İzer, 15 Nisan 1905’te İstanbul, Sultanahmet Akbıyık Sokak 56 numaralı ahşap evde dünyaya geldi. Galatasaray Sultanisi mezunu olan babası Ahmet Faik Bey ve annesi Sadiye Hanım Osmanlı burjuvazisinin üyeleriydi. İlköğrenimini Beykoz Ahmet Mithat Efendi Mektebi’nde tamamladı. İlk resim eğitimini ilkokul sıralarında Agâh Efendi’den aldı. 13 yaşında şiir yazmaya başladı. Şiirleri İnsan ve Akbaba dergilerinde yayımlandı. Vefa Lisesi’ni bitirdikten sonra resim sanatına olan ilgisinin etkisiyle Sanayi-i Nefise Mektebi’ne (Güzel Sanatlar Akademisi) kayıt oldu. 1923-1928, Zeki Faik İzer’in kendini öğrenime adadığı yıllardır. Burada Hikmet Onat ile İbrahim Çallı’nın öğrencisi oldu. 1928’de Avrupa öğrenimi için açılan sınavı kazanarak Paris’te André Lhote Atölyesi’nde “teknik ve estetik bağlamda” dersler aldı. Dünyaca ünlü bir oryantalist ressam olan Achille-Émile Othon Friesz’in atölyesinde gelişimini sürdürdü. Lhote Atölyesi’nde tanıştığı ressam Micheline Gouault ile 1932’de evlendi, oğulları Sadi dünyaya geldi. Daha sonra Paris Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda seramik ve fresk konusunda çalıştı; kendisini en başta bir ressam olarak gören Amerikalı fotoğraf sanatçısı Man Ray’in yanında artistik rötuş ve solarizasyon yöntemini öğrendi. Fotoğrafa olan yoğun ilgisi onun duygu ve düşüncelerini kamera aracılığıyla iletmesine yardımcı oldu; pek çok, insan odaklı fotoğraf çekti ve sergiledi. İstanbul’a döndüğünde Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü Resim İş Bölümü’ne öğretmen olarak atandı.
1933’te kendisi gibi yurtdışında eğitim gören genç sanatçı arkadaşlarından Elif Naci, Nurullah Berk ve Zühtü Müritoğlu gibi isimlerle birlikte sanatlarını toplumla paylaşmak amacıyla d Grubu’nu kurdu.
1934-1936 yıllarında Paris’te resim çalışmalarının yanında çocuk kitapları ve eşiyle birlikte Yeni Adam dergisi için illüstrasyonlar yaptı 1937’de Güzel Sanatlar Akademisi’nde fotoğraf bölümüne atandı ve oluşumuna katkıda bulundu.
d Grubu’nun 1939’da Akademi salonlarında açtığı sergiye katıldı. Halkevleri aracılığıyla düzenlenen “Yurt Gezileri” kapsamında Eskişehir’e gitti.
1939’da ilki gerçekleşen Devlet Resim ve Heykel Sergileri’nin 4’üncüsünde birincilik ödülü aldı. 1940-1952 tarihleri arasında Grafik Bölümü Afiş Atölyesi başkanlığını yaptı. 1942’de Güzel Sanatlar Akademisi’nde yaklaşık 125 fotoğrafını sergiledi. Aralık 1945’te davetiye metnini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdığı ilk kişisel sergisini Galeri Oygar’da açtı. 1947’de anlayış farklılıkları nedeniyle d Grubu’ndan ayrıldı. 1948-1953 yılları arasında Güzel Sanatlar Akademisi müdürlüğü ve Resim Bölümü hocalığı yaptı. 1949’da, UNESCO’nun, ilk Genel Kurul toplantısına Güzel Sanatlar Akademisi adına, Uluslararası Modern Sanat Sergisi’nde komiser olarak görevlendirildi.[1]
Sanat akımlarını izleyerek değil, kendi yapısına uygun olanı yapmaya çalıştığı için soyut resme geç başladı. 1950’li yıllarda nonfigüratif eserler üretmeye başladı.
12 Mayıs 1950’de Paris’te, Walter Roesch, Dr. G.W. Ovink, Dino Villani ile birlikte Marshall Planı Ülkeleri Afiş Yarışması’nda jüri üyeliği yaptı.[2]
1950’li yılların ortalarına doğru doğadan ve gerçekçi yaklaşımlardan uzaklaşarak soyut bir anlayışla çalıştı, kimi zaman da dışavurumcu yönelişlerle biçim sınırı tanımayan lekeci (taşist) çalışmaları yeğledi. Empresyonizmin taze ve orijinal vizyonunu sevse de estetik anlayışı bakımından kendini ayrı disiplinlerin bir sentezi olarak gördü.
1951’de Akademi’de Türk Sanat Tarihi Enstitüsü’nü kurdu. 1958’de Cevat Dereli ile birlikte Türk resmini temsilen Brüksel’de açılan Uluslararası Modern Resim Sergisi’ne katıldı. Başlangıçta Kübist akımını benimsemekle birlikte, Émile Othon Friesz’le çalıştıktan sonra daha çok gerçeğe ve doğa gözlemine yöneldi. 1942’deki 4. ve 1957’deki 18. Devlet Resim ve Heykel Sergileri’nde birincilik ödülünü kazandı.
1960’ların ortalarına doğru müzik ile resim arasındaki ilişkiye yönelen sanatçı, Beethoven’ın aynı adlı yapıtından esinlenerek gerçekleştirdiği “Missa Solemnis”te (1965) ulaştığı renk dinamizmi ve zenginliği ile yüzeyde belli bir ritim oluşturdu.
1960’ta “Sultanahmet Camii Camları” adlı eseri New York, Guggenheim Uluslararası Sergisi’nde birincilik ödülü aldı. 1964’te Marzotto Ödülü için davet edildi. 14 Nisan 1970’te Akademi’den emekli olarak ayrıldı.[3]
1971-1976 Paris, 1976-1980 Nice ve 1980-1984 yılları arasında Paris olmak üzere 14 yıl süreyle Fransa’da yaşadı.
1983’te Akademi’nin 100. kuruluş yıldönümü nedeniyle Osman Hamdi Bey Onur Ödülü’nü aldı.
1984’te yurda kesin dönüş yaptı.
1987’de Kuyucu Murat Paşa Medresesi’nde retrospektif sergisi açtı.
12 Aralık 1988’deki vefâtına kadar geçen sürede hocası Achille-Émile Othon Friesz’in önerdiği, “Sabahları yapacağın ilk dua bir desen kopyası olsun” sözlerini ilke almışçasına kesintisiz çalıştı.
Zeki Faik İzer eserlerinin alametifarikası nedir?
Ne doğu, ne batı, ne çağdaş, ne klasik demeden çizerek, boyayarak, etüt ederek tüm yaşamına yayılan bir çalışkanlıkla öğrenmeye çalışmıştır. “Etrafınızı seyrederken objektif olunuz, fakat resminizi çizerken, yaparken, düşünürken objektif olmayınız” demiştir. Resimlerinde teknik olarak çizgilerin ritimleri ile hareketler, valörler ve renklerin bileşimiyle bir atmosfer oluşturma çabası vardır.
PROF. AYŞEGÜL İZER: ZEKİ FAİK İZER RENKTEN KORKMAMIŞTIR.
Herkesin ürktüğü canlı ve parlak renklerini eserlerinde hep yansıtmış, renkten korkmamıştır. Her zaman, “ölümden veya başarısızlıktan değil, tekrardan ve sıradanlıktan korktuğunu” söylemiştir. O bir risk alıcıydı, bir cüretkârdı. Çalışırken müzik dinler, eskiz yapar, “yağlıboya, füzen, kurşunkalem, tükenmezkalem, pastel, çini mürekkebi, guvaş, suluboya” akla gelebilecek her şeyle durmadan resim yapardı. İbadet eder gibi çalışırdı.
Aranızdaki hukuk?
Büyükbabamla aramda her zaman derin bir bağ olmuştur, evinde ve stüdyosunda geçirdiğim zamanlar beni temelden şekillendirmiştir. O, ısrarla tekrar ederek, “Açacağım sergide önemli olan beğenilmek değil, seyredenlere ve bilhassa gençlere nasıl sistemli ve ‒biraz‒ ferâgatli resme çalıştığımı anlatabilmektir. Yoksa beğenilmek yahut beğenilmemek (relatif) şeylerdir. Gününe, zamanına, seyircinin anlayışına, kültürüne, hatta iyi veya fena niyetine göre değişir” derdi ve “sence de öyle değil mi?” diye sorardı. Tüm bu anlarda onun anlayışını öğrenirdim.
Ya atölyesi…
Ritmin, müziğin ve dansın etkilerinin hâkim olduğu bir atmosfer vardı atölyede. Çalışırken muhakkak müzik dinlerdi, özenle bir plak seçer ve bana konusunu anlatırdı; klasik müzik dinlemeyi onunla sevdim diyebilirim.
İzer’i çizgi ve leke değerlerinin öne çıktığı hareketli fırça vuruşlarına, başka bir ifadeyle “renkçi” çalışmalara hangi sebepler yöneltmiş olmalı?
Işığı ve atmosferi ile çerçevelenmiş huzura ulaşmak, şehirden uzaklaşıp yalnız kalabilmek ve kendini yaratıma adamak istiyordu. Böylece pek çok kolaj ve yağlıboyalar ortaya çıkmış, renk paletindeki renklerin sayısı da artmaya başlamıştır. Othon Friesz’in Henri Matisse’vari resimlerinde ve Delacroix’nın resimlerinde kullandığı renkle ışığın ilişkisi onda yeni ufuklar açmıştır.
Tercih ettiği renkler?
Önceleri dört renkle çalışırken bunu altıya çıkarır. Kahverengiler, siyah, beyaz, zümrüt yeşili ve ultramarin mavisi. “Kırmızıya geçiş kolay olmadı, karmen kırmızı kullanmaya cesaret edemedim, Venedik kırmızısı kullandım” derdi. Picasso, Cezanne, Matisse, Ingres, Poussin, Velázquez, Rembrandt gibi sanatçılardan esinlenmiş, fakat hiçbir zaman tamamen çekimlerine kapılmamıştır.
‘İzer Usta’nın, içinden müstesna bir kabiliyet, umutlar ve renkler geçen 60 yıllık bereketli sanat yaşamı ve az önce ifade ettiğiniz sanat anlayışı bugünün sanatçılarına neler anlatıyor?
Bu bağlamda tekrar edelim: “Açacağım sergide önemli olan beğenilmek değil, seyredenlere ve bilhassa gençlere nasıl sistemli ve ‒biraz‒ feragatli resme çalıştığımı anlatabilmektir. Yoksa beğenilmek yahut beğenilmemek (relatif) şeylerdir. Gününe, zamanına, seyircinin anlayışına, kültürüne, hatta iyi veya fena niyetine göre değişir” derdi. Onunla her buluşmamız bir macera, hatta bir sınavdı. “Bilmediklerimi de sorun lütfen, sorun ki öğreneyim” derdi. Öğrenme aşkı tüm yaşamı boyunca sürdü.
Koleksiyonumuzda yer alan Zeki Faik İzer eserlerine baktığınızda karşınıza ne/neler çıkıyor?
Büyükbabam Zeki Faik İzer kesinlikle bir işkolikti. Her sabah özenli bir şekilde giyinir ve etüt edeceği bir şey yoksa, kahvaltıdan sonra hemen çalışmaya başlardı. 1924 yılından, 1988 yılında 83 yaşındaki vefâtına kadarki sürede sürekli üretti ve arkasında baş döndürücü sayıda eser bıraktı. Yağlıboya tablolar, eskizler, kolajlar, karakalem, ispirtolu kalem çizimler, karalamalar, espri kopyaları, sanat üzerine düşünce notları, halılar gibi kocaman bir koleksiyonu bizlere emanet ederek bu dünyadan ayrıldı.
Rahmet olsun… Sanatçının, İstanbul, Ankara ve İzmir’deki resim ve heykel müzelerinden New York Güzel Sanatlar Müzesi’ne, Avusturya Linz Müzesi’ne ve oradan da pek çok özel ve tüzel koleksiyonda bulunan eserlerine ilişkin bir envanter çalışması yapıldı mı?
Böyle bir envanter çıkaramadım, ama isterim. Türkiye’ki müzelerde olan resimleri kayıt altında, ama yurtdışındakilerle ilgili bilgim yok, belki bir sonraki adımım o olur, ama hiç de kolay bir iş değil.
“Paris, İstanbul, Nice” sergi fikri nasıl ortaya çıktı? Hazırlık süreçleri ve eserler hakkında bilgi istirham ediyorum…
Bu süreç benim için inanılmaz derecede heyecanlı geçti. Sergi oluşturma düşüncesi ile oluşturabilmek ayrı şeyler. Arşivimin içinde duran resimlerin ve dosyaların elden geçirilmesi ve onların tekrar gün ışığına çıkması, yüzlerce işe tekrar ve tekrar bakmak olağan üstü güzel bir deneyim oldu benim için.
Sonra…
Daha sonra eş küratör olan sevgili Emre Zeytinoğlu ile hummalı bir resim seçkisi yaptık. Büyükbabam, inanılmaz derecede çalışkan bir insandı. Az önce de ifade ettiğim gibi 1924 yılından, 1988 yılında 83 yaşındaki vefâtına kadarki sürede sürekli üretti ve arkasında baş döndürücü sayıda eser bıraktı. Yağlıboya tablolar, eskizler, kolajlar, karakalem, ispirtolu kalem çizimler, karalamalar, espri kopyaları, sanat üzerine düşünce notları, halılar gibi kocaman bir koleksiyonu bizlere emanet ederek bu dünyadan ayrıldı.
Emre Zeytinoğlu ile çalışınca seçim yapmak daha kolay oldu. Sonra, işleri uzun bir süre döne dolaşa tekrar seyrettim; bazı resimlere restorasyon işlemi gerekti, o zaman alan bir süreç. Bu arada farklı koleksiyonerlerden de iş temin edildi, daha sonra çerçeveleme işlemi gerçekleşti ve sonunda o şahane güzel işler, harikulade güzel bir mekânda bir araya geldi.
Serginin ismini de konuşalım…
Büyükbabamın pek çok atölye evi oldu, İstanbul’da, Paris’te ve Nice’de. Bu sergide bir araya gelen işleri, İstanbul, Paris ve Nice şehirlerinde yaptığı eserlerden oluşuyor. Bu bağlamdan hareketle retrospektif bir sergi diyebiliriz ama kurgularken kronolojik bir düzen oluşturmaktan kaçındık, çünkü bazı temaları aynı şekilde farklı yıllarda da yapmış.
Serginin ana fikri?
Ritmin, müziğin ve dansın etkilerinin hâkim olduğu bir atmosfer vardı atölyede. Çalışırken muhakkak müzik dinlerdi, tüm eserlerinde dinamik bir ritim var. “Doğayı olduğu gibi tasvir etmek yerine, sanatçı, duyguları ve iç dünyasını ortaya koymalı, gerçek olanın biçimini bozarak, kendi öznel duygularını ifade etmeye çalışmalı.
“FORMÜLLERDEN ORTA KALİTELİ SANAT ESERLERİ ÇIKAR.”
Formüllerden ancak orta kaliteli sanat eseri çıkar. Fakat formüller, şaheser resimlerden çıkmıştır.” “Eskizlere kıyasla tamamlanmış resimlerin hep biraz bozulmuş” olduğuna değindiğini de hatırlıyorum. Apaçık düzensizliğine bir müzikalite vermeyi, bir ritim vermeyi çok iyi biliyordu.
ZEKİ FAİK İZER: RİTMİ DESENDE BULDUM, BAZEN HAREKETLİ, BAZEN SÜKÛNET İÇİNDE…
“Ritmi desende buldum: Bazen hareketli, bazen sükûnet içinde” demişti.
Çalışma, üretim ve iş tutuş tarzı bağlamında büyükbabanızdan size miras kalan nedir?
Çalışma ve tasarım sürecinde müziğin kavramsal çıkış noktası olarak kullanılarak sonuç ürüne aktarılması bakımından bana zihin açıcı bir yön vermiştir; ayrıca müzik, tasarım, sanat, edebiyat, coğrafya ve tarihin beraber düşünülmesi gerektiğini, ayrılmaz homojen bir yapı içinde düşünülmesi gerekliliğini idrak etmemi sağlamıştır. Çalışma disiplini, verimlilik ve aynı zamanda neşeli olabilme… Çalışmaya iş diye bakmazdı, yaşam biçimiydi, neşeyle çalışırdı; Ondan bana miras kalan ve beni ben yapan değerler de bunlardır.
Onun atölyesinde bir müzik parçası kocaman bir kolaja dönüşebiliyordu. Kâh Uccello’dan yola çıkarak ritmik bir tabloya, kâh Matisse’ten hareketle bir kuşa, bir kelebeğe ya da rüzgârda uçuşan dallara... Büyükbabamın çalışırken aldığı keyif ve coşku tüm odaya sirayet ederdi…
Eyvallah… Bir eserinin hikâyesini dinlemek isteriz…
1967 yıllarında, atölye-evinde, “Endişeli Kuş” resmini yaparken onu izlediğimi hatırlıyorum; o zamanlar bana göre çok büyük bir resimdi, hâlbuki sadece 200x200 cm. Merdivene çıkıp çalışırdı, Heinrich Biber’in “Sonata Representativa in A Majör” müziğinin ritmiyle soldan sağa, sonra yine sağdan sola… Kendini kaptırıp düşecek diye endişelenirdim. Griler, karalar, beyazlar, maviler ve onları yırtan turuncuların arasında kuşu arardım. “Kuş nerede?” diye sorduğumda, “Burada konu bir kuş olmaktan ziyade, kuş vesilesiyle boşlukta dönen çizgiler, hareket, ritim ve monümantelitedir (anıtsallık)” demişti.
Sergi, izleyicilerinde hangi karşılıkları buldu?
Çok kalabalık bir izleyici kitlesiyle buluştu, buna aşırı seviniyorum.
Mezkûr karşılıkları ve gösterilen yoğun ilgiyi nasıl telif ediyorsunuz?
Uzun zamandır bu kadar kapsamlı bir Zeki Faik İzer sergisi açılmamıştı. Mekânın genişliği de çok önemli, espas var, eserler sıkışmadan sergilenebildi. Ayrıca daha önce görülmeyen eserlerinin de bir araya gelmesi bu sergiyi ilginç kılıyor. Çektiği fotoğraflar, Kübist dönemine ait işler, figüratif ve soyut dönemleri, eskizleri ve defterlerini bir araya getirmesi bakımından çok önemli bir sergi. Özdemir Altan, Zeki Faik İzer’in yaşam biçiminin, onun sanatıyla ne kadar iç içe olduğunu söylememiş miydi?
İzer’in yaptığı sanat, onun ta kendisidir. Sanatı aynen kendisine benzer. İlk başlangıçtan en sonuna kadar hep aynı organik ve lirik yapı, aynı zamanda da hâlâ erişilmesi zor şiddet ve sertlik… Bakın bunlar birbirleriyle çelişen özellikler. Sonra renk, hep renk, içinden geliyor ve aksiyon resminin hızlı temposuyla gerektiği yerlere yerleşiyordu renkler.[4]
“Paris, İstanbul, Nice” özelinde eserlerini ve sanat anlayışını konuştuğumuz büyükbabanız Zeki Faik İzer’in tahsil gördüğü sanat mektebinde, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne de değinelim… Sanayi-i Nefise Mektebi’nden günümüzün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne 141 yıldır sanat eğitimlerini sürdürmekte olan okulunuzun Türk Sanatı için üretmekte olduğu katma değere ilişkin neler söylemek istersiniz?
1882’de Osman Hamdi Bey’in Arkeoloji Müzesi müdürlüğüne ek olarak Sanayi-i Nefise Mektebi müdürlüğüne atanması ile bugünkü Güzel Sanatlar Akademisi, Ticaret Nezaretine bağlı olarak kuruldu. Okul, mimarlık, resim, heykel ve hakkaklık (gravür) bölümlerini kapsamaktaydı. 2 Mart 1883’de Arkeoloji müzesinin karşısındaki yeni binasında 20 öğrenci ile öğretime başladı. Öğretim süreleri; resim bölümü 5 yıl, mimarlık ve heykel 4 yıl, hakkaklık bölümü 3 yıldı. Resmi adı “Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane” olan akademi, o tarihte yüksekokul düzeyinde eğitim yapan bir kurumdu. 1917 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi, Arkeoloji müzesi müdürlüğünden ayrılarak kendine özgü yönetimine kavuştu.
Ülkemizin ilk sanat ve mimarlık yüksekokulu olan Kurum, 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı ve böylece ülkemizde Akademi ünvanlını alan ilk yükseköğretim kurumu oldu.
Günümüzde Eski Şark Eserleri Müzesi olarak hizmet veren binada eğitime başlayan okul, 1926'da Güzel Sanatlar Akademisi (GSA) adını almış olup 1982’den beri Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adıyla eğitime devam etmektedir. Ayrıca biliyorsunuz üniversitemize ait bir de müzemiz var, bence tüm bunlar kurumumuzu ayrıcalıklı kılıyor. Eğitim kadrosu, bulunduğu konum ve öğrencileriyle beraber bence bulunmaz bir kalitede eğitime devam ediyor.
Sizin ilave etmek isteyeceğiniz hususlar nelerdir? Son olarak okurlarımıza nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?
“Doğu ile Batı arasındaki sanat sentezi neydi?” diye soruyorlar bana kimi zaman; bence Zeki Faik İzer’de tüm yaşamı boyunca bu iç-içelik var olmuştur. Batı aynı zamanda Doğu’nun da ışığını vermiştir ona; Türkiye’de Akademi eğitiminde Doğu’ya eğilinmediğinden yakınmıştır hep. Batı ve Doğu sanatı arasında bir bağ oluşturmaya çalışmıştır.
PROF. AYŞEGÜL İZER: ZEKİ FAİK İZER’İN RESİMLERİ DOĞU DÜNYASINDAN BATI’YA; BATI’DAN DOĞU’YA BAKIŞIN BİR SENTEZİDİR.
Resimleri için rahatlıkla “Doğu dünyasından Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya bakışın bir sentezidir” diyebilirim. 1984’te şöyle yazmıştı: “Ben de angajeyim. Eğer Türk resmine bu açılardan biraz katkıda bulunabildiysem en kıymetli mükâfat olacaktır, vicdanıma karşı. İnsanın yaradılışında yaratıcılık da vardır. Diğer hasletler ve kusurlar gibi. Bu yaratıcılık yakın ve uzak kaynaklardan beslenmedikçe, espri ve icra bakımından prehistoryanın da gerisinde kalır.” Derdi.
İlginiz için teşekkür ediyorum.
Bu kadar kapsamlı bir söyleşiye imkân verdiğiniz için müteşekkirim.
İbrahim Ethem Gören/05.06.2023-Yazı No: 353
Fotoğraflar için Emre Ogan’a ve Tolga İldun’a teşekkürlerimle… İEG