BURSA’DA AŞK-I LALE HEYECANI…
Günümüzün önde gelen tezhip ve kalemişi sanatkârları Prof. Dr. Münevver Üçer ve Doç. Dr. Kaça Üçer’in “Gelenekten Geleceğe tezhip ve kalemişi: Aşk-ı Lale” isimli sergileri 22 Ekim 2022 Cumartesi günü Bursa Ressam Şefik Bursalı sergi salonunda sanatseverlerle buluştu.
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen sergide Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü Öğretim Üyeleri Prof. Dr. Münevver Üçer’in ve Doç. Dr. Kaya Üçer’in birbirinden âlâ keyfiyeti hâiz tezhip ve kalemişi örnekleri Bursalıların irfanına arz edildi.
Bursa milletvekillerinin, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin üst düzey yöneticilerinin, sanatkârların ve sanatseverlerin yoğun katılımıyla gerçekleştirilen sergi açılışı değerli akademisyenler ÜÇER Hocaların öznesinde dünden bugüne Türk motifleri, ustalar, isimler, ekoller tezhip ve kalemişi bulunan söyleşiyle taçlandı.
11 Kasım 2022 Cuma gününe kadar sanatseverlerin ilgisine açık kalacak sergide gerçekleştirilen söyleşiyi Sanat Danışmanımız İbrahim Ethem Gören siz değerli okuyucularımızın irfanına arz etti.
Prof. Dr. Münevver Üçer
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Geleneksel Türk Sanatları Bölümü Başkan Yard.
Ben Münevver Üçer. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde bölüm başkan yardımcılığım var. Bu söyleşimizde Aşk-ı Lâle isimli sergimizde gördüğünüz eserlerin nasıl meydana getirildiğini anlatacağız, renklerimize dair konuşacağız. Biliyorsunuz, ama biz yine de tekrar edelim dedik. Çünkü bu serginin başlangıcında Halime Topal Hanım bize geldiğinde “Hocam, küçük bir konferans verir misiniz?” demişti. Biz de dedik ki “Tabii ki olur”. Bununla birlikte “konferansın yanına birkaç eser getirelim, en azından ne konuştuğumuz anlaşılsın” dedik. Ve sonunda Halile Hanımın teşvik ve ısrarıyla Bursa’da böyle geniş bir sergi oluştu. Birazdan eşim Kaya Üçer ile birlikte hem tezhip, hem kalemişi sanatları hakkında küçük bir bilgilendirme yapacağız. İyi ki varsınız, iyi ki geldiniz, hoş geldiniz.
Sanat tarihçilere baktığımız zaman, “Tezhip ne zaman başladı?” dediğimiz zaman ilk örnekleri duvar fresklerinde görüyoruz. Hâl böyle olunca kalemişi sanatkârı eşim Doç. Dr. Kaya Üçer “Onlar benim ilk örneklerim” diyor. Duvarlar süslendiği için. Biz de “o motifleri biz tezhipçiler de kullanıyoruz” diyoruz.
8’inci ve 9’uncu yüzyıla ait Uygur prenslerinin ellerinde tuttuğu, daha sonra 16’ıncı yüzyılda padişahlarımızın ellerinde gördüğümüz lâleler, karanfiller resmedilmiş. O dönemlerde bizim şu anda tezhipte yaptığımız stilize motifleri orada yarı stilize olarak görebiliyoruz.
PROF. DR. MÜNEVVER ÜÇER: TEZHİP BİR SÜSLEMEDİR.
Tezhip nedir? Tezhip bir süslemedir. Altın ağırlıklı olmakla birlikte boyalarla yapılan bir süslemedir, süsleme tarzıdır. Bu süslemeyi duvara yaptığınızda ismi kalemişi oluyor, çini üzerine yapıldığında çini oluyor. Bu motifleri hemen hemen tüm sanatlarımızda görmemiz mümkün.
Bir duvar freskinde ejderhanın kanadında bir rumî motifi görüyoruz. Sanat tarihçileri tartışıyorlar: “Bu rumî motifi bitkisel mi yoksa hayvansal mı?” Biz ilk örneklerine bakıyoruz. İlk örneklerine baktığımızda genellikle bunların ejderhanın kanadında gördüğümüz için “bu hayvansal bir motiftir” diyoruz ama bu halâ bir tartışmanın konusudur.
PROF. ÜÇER: TEZHİP SANATI BİR DÜNYA!
Tezhip sanatında rumînin dışında hangi motiflerimiz var? Bitkisel motiflerimiz var. Tezhip sanatı bana göre bir dünya. Tezhip sanatında mavi, gökyüzünü simgeler. Altın, güneşi simgeler. Ana renklerimiz bunlar. Kullandığımız bütün motifler de bitkileri, hayvanları simgeler. Yani esasında bizler dünyayı tasvir etmekteyiz! Tezhipte katlamalı desenler var. Onlara biz “devinim” diyoruz. Yani günler, devam ediyor, mütemadiyen birbirini takip ediyor…
Hatayî motiflerimiz, yaprak desenlerimiz, bunlar dönem dönem değişiyor. Dönem dönem değişirken de gelişiyor. 15’inci yüzyıldan misal verelim. Daha öncesine gitmek istemiyorum. 15’inci yüzyıldan itibaren bizlerde pek çok üslup belirmeye başlıyor. Ve 15’inci yüzyılda Baba Nakkaş’ı görüyoruz, Fatih döneminde. Ve sözün bu yerinde kalemişi diyelim…
DOÇ. DR. KAYA ÜÇER: BİZLER ASLINDA KÂİNÂTI RESMEDİYORUZ!
Doç. Dr. Kaça Üçer
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi
Münevver Hoca’nın da ifade ettiği gibi ilk örnekler kalemişi olarak karşımıza çıkıyor. Ecdadımız Ortaasya’da Şaman inancındayken de bu sanatlarla meşgul oluyordu. Bizim sanatlarımızın İslâm’ın öngördüğü esaslarla birebir uyuşması ve aslında yükselişe geçmesi Türklerin İslâm ile tanışmasıyla oluyor.
LACİVERT KÂİNÂTIN RENGİDİR.
Münevver Hoca’nın az önce ifade ettiği gibi bizler aslında kâinâtı resmediyoruz! “Gökkubbe” diye geçer bizde. Kalemkârlar olarak gökkubbe deriz. O gökkubbede şemseler vardır, motifler vardır, yaşamın kendisi vardır. Lacivert, aslında kâinâtın rengidir. Altın, güneşin rengidir. Ve bu desenlerin birbirlerini takip ederek devam ediyor olması da aslında devinim dediğimiz, sonsuzluğa giden, kendini tekrarlayarak devam eden bir tefekkürün ürünüdür.
Bu motiflerimiz tezhipten çiniye, oradan kalemişine ve maden sanatına kadar her yüzeyde kullanılmış motiflerdir. Ve bunların iyi örnekleri de Anadolu’da 13’ncü yüzyıldan itibaren Türk sanatında yerini almaya başlamıştır.
Konya’da, Kastamonu’da, Afyonkarahisar’da aha çek çok şehrimizde ahşap direkli kadim camilerimiz var. Bilhassa ahşap direkli camilerde kalemişi sanatında görmüş olduğumuz desenler, 8’inci ve 9’uncu yüzyıllarda olduğu gibi hatta aynen Ortaasya’da kullandığımız ölçülerde ve tarzlarda kullanılmaya devam etmiştir.
KADİM BİR DEVLET GELENEĞİNE SAHİBİZ.
Biz 16 devlet kurmuşuz. Biz bunlarla övünüyoruz. Bizim kadim bir devlet geleneğimiz var. Bununla birlikte 16 devlet kuruyorsak 15’ini de kapatmışız anlamına geliyor. Bunların içerisinde kapatılmayan bir devlet var ki o da Osmanlı Cihan Devleti’dir. Osmanlı Motifler İmparatorluğu’dur! Biz 18’inci yüzyıldan, 19’uncu yüzyıldan başlayarak geriye doğru gittiğimizde bu motifleri 8’inci ve 9’uncu yüzyıllarda da kullanıyorduk. Günümüzde de kullanıyoruz. Ve aynı desenler, aynı renkler ve aynı isimlerle birlikte…
MOTİFLERİN İMPARATORLUĞU HİÇBİR ZAMAN BİTMEDİ.
Bu ne demektir, motiflerin imparatorluğu hiçbir zaman bitmedi! Bu yüzden motifler üzerinden yürüdüğümüzde de ayrı bir dünyadan söz ediyoruz.
Bizim Anadolu’da en büyük meselelerimizden biri kalemişi alanında. Kalemişi insanlarımızla daha fazla yüz yüze gelen bir sanat. Bu sanatımızda camilerdeki, türbelerdeki kalemişi uygulamalarının restorasyonları konusunda maalesef ki acı tecrübeler yaşıyoruz.
Beyşehir’de Eşrefoğlu Rumi Camii’ni bilirsiniz. Burası 42 adet ahşap direk üzerine inşa edilmiş bir ibadethanedir. Ahşap direklerin sütun başlarının hepsi ilk bakışta aynı gibi görünse de hepsi birbirinden küçük farklılıklarla ayrışan el işçiliklerine sahiptir. Bu türden eserlerimizin restorasyonlarında maalesef bazen facialar yaşayabiliyoruz! Renkler, bambaşka yerlere gidebiliyor bu kadar önemli yapılarda. Bursa bu alanda şanslı şehirlerimizden biridir. Ben Bursa’da 1980’li yıllardan itibaren çok çalıştım. İstanbul’a gelmezden önce.
OSMANLI’DA İLK KALEMİŞİ ÖRNEKLERİ İZNİK’TE…
Osmanlı’daki ilk kalemişi örneği İznik’te Kırgızlar türbesindedir. İnsanlarımız mütemadiyen türbenin önünden, yanından geçip gider ama oradaki tezyinatın kıymetini bir türlü takdir edemez. Hatta bu türbenin pencereleri 80’li yıllarda yapılmıştır. 1500’lü yıllarda inşa edilmiş bu türbenin -120 cm. duvar kalındığı vardır- pencereleri bile yoktu. O günden bu güne kadar bizler restorasyon anlamında elleyene kadar sapasağlam ayaktaydı! Ne zaman ki bizler restorasyon yaptık ve maalesef türbenin kalemişi tezyinatını elimize, yüzümüze bulaştırdık! 15’inci yüzyılda yapılan kalemişi örnekleri sapasağlam duruyor. Bununla birlikte yakın zaman önce yapılan kalemişi restorasylonları tel tel dökülüyor! Biri, 15’inci yüzyılın sonunda yapılmış, hâlâ güzelliğini muhafaza edilir. Diğeri 2017 yılında yapılmış maalesef ki kabarmış ve dökülüyor!
Atalarımız, Osmanlı haddizatında vakt-i merhununda her şeyi çözmüş. Biz keşfetmeye çalışıyoruz. Mesela bugün Edirne Selimiye Camii restorasyona girdi. Niye girdi biliyor musunuz? 1980’li yıllarda restore edildi! Kubbesini olduğu gibi çimento sıva ile yaptılar! Hiçbir şey diyemiyorum! Çünkü o zamanın en iyi malzemesi buydu. “Malzemeden kaçınmadık, yaptık” dediler. Amma velakin bugüne geldiğimizde yaprak yaprak dökülmeye başladı. Ve Selimiye Camii aslına döndürülmek üzere yeni bir restorasyon sürecine girdi. Bu kez Horasan sıva ile sıvanacak ve desenleri tekrar yerli yerine konulmaya çalışılacak. Maalesef zaman zaman böylesi aksaklıklar yaşıyoruz. Her konuda çok iyi olacağız diye bir iddiamız yok, Ama dikkatli, çok dikkatli olmalıyız.
Osmanlı’nın vakt-i zamanında bu türden meseleleri çözme sebeplerinden biri de şuydu. Tek merkezden yapıyordu bu işler. Bir nakkaşhane vardı, oradaki ustalar çiziyordu. Yine oradaki ustalar, ilgili mekâna gidip uygulamayı yapıyordu. Ve Osmanlı’nın yayıldığı tüm coğrafyalara buradan; Topkapı Sarayı Nakkaşhanesi’nden, İstanbul’dan ustalar oralara gidiyordu. Desenler de buradan gidiyordu. Ve böylece bir standart güç yakalamışlardı. Ve böyle olunca da devamlılık söz konusuydu.
Anlattığım hadiselerde muhtelif kesintiler yaşayarak bugünlere geldik. Bununla birlikte Allah’tan bu eserler yerli yerlerinde duruyor da bunları koruyabiliyoruz, yapabiliyoruz.
BURSA YEŞİL CAMİ ÖNEMLİ BİR MİRAS
Bursa Yeşil Cami de önemli bir miras. 1980’lerin başına tarihlenen, arşivlerde bulunamayacak bir fotoğrafı var bende. Fotoğrafta kadim camide tarafımca yapılan raspa çalışmasının görüntüsü mevcut. Burası beyaz boyalıydı, beyaz boyayı ben raspa edip çıkarınca altından orijinal desenlere ulaştık. Ve bunlara istinaden de muhtelif restorasyon çalışmaları yaptık. Bugün son yapılan restorasyonlarda da gözlemleneceği üzere daha ele avuca gelecek bir hale geldi. 1982 yılında bütçe yoktu, bunun için bizler de renk tamamlamalarını yapamamıştık. Bugüne gelindiğinde devletimiz bu konuya çok hassas yaklaşıyor, bir yandan çok güzel restorasyonlar da yapılıyor. Ve böylelikle şimdiki zamanda Yeşil Camii temaşa edilebilir, hoş bir hale geldi.
Muradiye Camii’nde de benzer çalışmaları yapmaya muvaffak kılındık. Siyah boyalıydı. “Camilerde, türbelerde süsleme olmaz” şeklinde bir dönem yaşadı Bursa. Bütün beyazlar siyaha boyandı. Zeren Tanındı hoca Uludağ Üniversitesi’ndeyken bizleri çağırdı ve bu restorasyonu gerçekleştirdik. Böylelikle siyah boyaları, rahmetli babamın başında bulunduğu bir ekiple birlikte raspa ederek altındaki yazıları ortaya çıkardık. Hattat Hasan Çelebi tarafından da tashihleri yapıldıktan sonra bunları yerlerine işledik. Türbeye ilk geldiğimizde maalesef karalar içindeydi.
Bir sempozyum için Bursa’ya geldiğimde bir akademisyen arkadaşımız konuşmasında “türbede, pencere içinde Kaya Hoca’nın imzasını bulduk” dediğinde, “eyvah, yaşlanıyoruz” dedim.
Bursa sonrasında Edirne’de de bu minval üzere bezemeler yaptık. Bu türden tarihi kalemişi restorasyonlarının devlet eliyle yapıldığında devamlılığın ve gücün simgesi olarak işlerin âlâ keyfiyette ortaya çıktığını görüyorsunuz. Öyle ki bizler Kanuni dönemine kadar fethettiğimiz yerlere taşımızla, toprağımızla birlikte giderek oralarda imar hareketleri yapıyorduk. Bu nedir? “Biz güçlüyüz, gücümüz var. İşte Osmanlı budur” diyerek tüm o fethedilen coğrafyalarda benimsemek ve yaşatmak üzere bir düzen kurarak imar faaliyetleri yaptık. Ve Osmanlı bu anlamda çok başarılıydı.
Tezhipte de Fatih dönemine Münevver Üçer hocamın anlatımıyla gidelim.
Prof. Dr. Münevver Üçer
Kaya beyin dediği gibi o dönemlerde II. Beyazıd’tan sonra Saray’da bir nakkaşhane var. Nakkaşhane çok önemli. Bununla birlikte hamilik de çok önemli. Bir sanatçı ne kadar iyi bir sanatkâr olursa olsun onu destekleyen, onun eserlerini satın alan veya ona değer veren birileri olmazsa maalesef yaptığı eserlerle kalır. Biz okulda hep şunları söyleriz. “Evet, Kanuni hep savaşlarıyla meşhur ama aynı zamanda Kanuni sanatçılara desteğinden dolayı o dönemin edebiyatında, sanatında zirve bir dönem ortaya çıkmış. Çok zirve bir dönemden bahsediyoruz. Günümüzde de bu hamiliği, devletimiz, belediyeler, kurumlar yapmaya çalışıyor. Bu keyfiyet, sanatkârlar için çok önemli. Çünkü sonuçta bir maddiyat var, sanatçının da hayatını devam ettirmesi lazım, bunun için de destek çok önemli.
İkinci Beyazıd döneminde bir nakkaşhane kuruluyor. Bu nakkaşhane nedir? Nakkaşhane haddizatında bir sanatçılar topluluğudur. Bu topluluk sayesinde Saray’da iş bölümü yapılıyor. Bazı sanatçılar kontür çekiyor, bazıları desen yapıyor ve bu şekilde yapılan desenler katlanarak tezhip, çini vb. uygulama alanlarına bu desenler ulaştırılıyor.
Fatih döneminde de Nakkaşhane geleneği güçlenerek devam ediyor. Kaya Beyin de az önce anlattığı gibi o dönemlerden bugüne gelinceye kadar kalemişi, çini ve tezhip desenlerinde çok bir farklılık yok aslında. Zemin farklılığı var sadece, renklerimiz her zaman mavi ve altın. Küçük alanlarda kırmızılar yer alıyor. Ve bu şekilde çok değerli eserler meydana getirildi.
11 PADİŞAHIMIZIN DİVANI VAR.
Ve Kanuni’nin Muhibbî Dîvânı. 11 padişahımızın dîvânı var. Bunlar çok önemli. Neden önemli? Bir padişah düşünün ordusuyla birlikte savaşlara gidiyor, ülkeyi yönetiyor ve bir de dîvan yazabiliyor. Yani cihan padişahları zamanlarının bir kısmını sanata ayırmış.
Muhibbî Dîvânı, Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’a yazdığı şiirlerin bulunduğu bir eser. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde yer alıyor. Nakkaşhane’nin önemli bir eseri…
Nakkaşhane dedik. Nakkaşhanede dönemler içerisinde nakkaşbaşıları var. Fatih döneminde Baba Nakkaş’ı görüyoruz. Kanuni döneminde Şahkulu’nu görüyoruz. Ve arkasından da bir Kara Memi’yi görüyoruz.
Kendi yorumumdur. Bir ülkeyi yok edecekseniz önce kültürünü yok edeceksiniz, sanatçılarını yok edeceksiniz, eserlerini yok edeceksiniz, bir de milli eğitimini yok edeceksiniz. Kültürü yok ettiğinizde neler olacağını şu anda Suriye ve diğer ülkeler misalinde bu durumları yaşıyoruz.
O dönemlerde özellikle seferlerden sanatçılar getirilirmiş. Şahkulu o denemde bize gelmiş, Tebrizli bir sanatçı. Tebriz’den geliyor. Niye Şahkulu diyoruz? Çünkü çok farklı bir tarz getiriyor bize. Tekrar kalemişi diyelim...
KÜLTÜR VE SANATIN BAŞKENTİ İSTANBUL
Doç. Dr. Kaya Üçer
Bursa ve Edirne sonrasında başkent İstanbul’a taşınınca kültür de haliyle İstanbul’a taşındı. İstanbul’un zaten yüzyılların üzerinde bir birikimi söz konusu. Ama üzerine biz çok şey katmışız. Geleneksel sanatlar, Türk İslam sanatları adına inanılmaz bir noktaya getirmişiz İstanbul’u. İstanbul’u gerçekten bu alanda başkent yapmışız.
Küçük Ayasofya Camii’nin defalarca önünden geçmişsinizdir, içine girip ibadet etmişsinizdir. Müezzin mahfilinde olağanüstü kalemişi örnekleri vardır. İstanbul’un fethinden sonra kliseden camiye döndürülen bir ibadethane burası.
Müezzin mahfilini biz restorasyon için ele aldığımızda üzerinde siyah boyalar vardı. Siyah boyaları temizlemek suretiyle altından desenleri ortaya çıkardık, hiç dokunmadık, rötuş bile yapmadık. Düşünün, 16’oıncı yüzyılda kullanılan boyaları ve ahşabın emprenye edilişini… Biz bugün ahşabı emprenye ediyoruz, 7 mm.’ye kadar emprenye edebiliyoruz ancak. Osmanlı öyle bir iş yapmış ki 16’ıncı yüzyıldan bugüne kadar gelen ahşapta bir kuruma yok. Diyorum ki “Hangi akıl bunu keşfetti! Öyle malzemeler kullanılmış ki inanılmaz! Ve 16’ıncı yüzyıla bu anlamda baktığımızda kalemişi için ve diğer öz sanatlarımız için zirve bir dönem diyebiliriz.
Topkapı’da Şehit Ahmet Paşa Camii’nin son cemaat yerinin tavanında bulunan edirkenâri süslemeler de çok çok mühim. Edirnekâri bizim için, kalemişi yapanlar için kâğıttaki tezhip kıvamındadır. Yani kâğıtta tezhip ne ise kalemişinde de Edirnekâri odur aslında. Çok incedir, yapımı, her şeyi çok zordur.
Buranın ismi Kara Ahmetpaşa Camii olarak kalmış benim hatırımda. Paşa, camii yaptırıyor. Caminin bütün malzemelerini ve ustaların tüm iaşelerini alan zat aslında. Yolsuzluk yaptığına inanılıp paşayı idam ediyorlar. O dönemden sonra Kara Ahmet Paşa denmeye başlanıyor. Cami müthiş bir külliyenin içinde, Topkapı’da.
Cami ibadete açıldıktan 5-6 yıl sonra Kara Ahmet Paşa’nın idamıyla ilgili hata yapıldığı anlaşılıyor, yolsuzluk yapmadığı ortaya çıkıyor. Camiye o tarihten sonra Şehid Ahmet Paşa demeye başlıyorlar. Maalesef ki böyle bir durum var. İşte o caminin müezzinin mahfilinin tavanında, ahşap işlerinde müthiş işçilikler var. Desenler 7.5 cm. çapında. Her geçtiğimde, her uğradığımda baktığım yerlerden biridir. Buranın bir benzeri de Kılıç Ali Paşa Camii’nin müezzin mahfilinde bulunur. Buranın bir özelliği de aynı zamanda Bursa’da Ulu Cami’in minberinin yanındaki süslemelerin (ceylan derisinin üzerindedir o tezyinat) bu caminin tavanında da ceylan derisi üzerine yapılmış olmasıdır. Sadece edirnekâri olmakla kalmaz aynı zamanda deri üzerine işlenmiş bir çalışmadır ki döneminin nadide eserleri arasındadır.
İstanbul da bir cami kalemişi müzesi olacaksa burası Kadırga’daki Sokullu Camii’dir. Hem çinileri hem de kalemişleriyle birlikte…
Topkapı Sarayı Bağdat Köşkü de kalemişi süslemeleri anlamındaki önemli mekânlarımızdan biridir. Üçüncü Murad Yatak Odası’ndaki her bir motif kabartmadır. Yani sıvayı yapıyorsunuz, sıva kurumadan desenleri kesip çıkartıyorsunuz, zeminlerini düşürüyorsunuz ve yukarıda kabartma olarak kalan desen daha sonra altın varak ve renklerle işlenmek suretiyle nihai halini alıyor ki inanılmaz bir işçiliktir. Bu işlemeyi yaparken birçok yeteneğe sahip olmanız gerekir.
Ve yüzyıllar geçmeye başladığında Batı sanatının etkisinde yaptığımız işlerde eskilerdeki o zarafetin, letafetin kalmadığını görüyoruz. Bununla birlikte hepsi dönemlerinin özelliklerini taşıyan çalışmalardır.
Topkapı Sarayı Kutsal Emanetler Dâiresi, ‘okülüs” dediğimiz; tepeden aydınlatma ve küçükten büyüğe doğru gelen inanılmaz bir kalemişi çalışmasına ev sahipliği yapmaktadır. İşte arz ettiğim bu örnekler (sanat ve estetik anlamında) bizi biz yapan en önemli unsurlardır. Kelâmın bu yerinde mikrofonu hocamıza verelim.
Prof. Dr. Münevver Üçer
Ben sonuçta bir akademisyenim. Az önce de arz ettiğim üzere 8’inci ve 9’uncu yüzyıldan itibaren (bu topraklarda) o kadar çok sanatçı geldi geçti ki. Bazılarının isimlerini biliyoruz, bazılarınınkini bilmiyoruz. İsimlerini bildiklerimiz üslup sahibi üstadlarımız… 15’inci yüzyıldan; Baba Nakkaş’tan söz etmiştim. Başnakkaş olduğu için kendisine Baba Nakkaş denilmiş. Çok mühim eserlere imza atmıştır. İstanbul Üniversitesi’nde Fatih Albümü bulunmaktadır.
Niye Baba Nakkaş diyoruz? Yaşadığı dönemden asırlar sonrasında bir kişinin ismini söyleyebilmemiz için onun bir üslubunun olması lazım, diğerlerinden farklı bir özelliğinin olması lazım. Eserlere baktığımız zaman “Bu eser Baba Nakkaş, bu eser Şahkulu” diyebiliyoruz. Yine az önce bahsettiğimiz üzere Tebriz’den gelen bir sanatçı… Şahkulu dönemi sanatkârlarının eserlerine baktığımızda sazyolu yapraklarını, ejderhaları, melek figürlerini görüyoruz. Bunlar bizim Fatih döneminde gördüğümüzün tamamen dışında bir süsleme unsurları. Kendi tarzı ve üslubu ki biz buna sazyolu üslubu diyoruz, Şahkulu diyoruz. Bu bir üslup, sanatkârlar üslup oluşturuyor…
KARA MEMİ VE MUHİBBÎ DîVÂNI
Daha sonra Kara Memi geliyor. En önemli eserlerinden biri Muhibbi Dîvânı. Kara Memi, Muhibbi Dîvânı’nda imzası olan tezhip sanatçısı. Kara Memi de Şahkulu’ndan sonra Nakkaşhane’nin başnakkaşı. O dönemlerde eserlere fazlaca imza atılmıyor. Çünkü kolektif çalışma var. Nakkaşhane’de herkes o eserde bir şekilde fırçasıyla, kalemiyle yer alıyor. Kara Memi’nin Muhibbî Dîvânı’na başnakkaş olduğu için imza attığını düşünüyorum. Muhibbi Dîvânı’na baktığımızda çok farklı sanatkâr ellerden oluşan bir albüm olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte başnakkaş olduğu için de Kara Memi’nin imza atmış olduğunu değerlendiriyoruz.
Kara Memi’nin bir özelliği var. Kara Memi o güne kadar ilk defa, gördüğünüzde anlayabileceğiniz motifleri çalışıyor. Yani eserlerine baktığımızda orada gülün goncasını, lâlenin motifini görmemiz mümkün. Kara Memi yarı stilize motifi tezhip sanatına getiriyor bir yenilik olarak. Bu yüzden biz Kara Memi’yi yarı stilize motifleri Türk sanatına kazandıran bir üstad olarak hayırla yâd ediyoruz.
MÜNEVVER ÜÇER: YAPTIĞINIZ TARZIN FARKLI OLMASI LAZIM.
Sanatçı var olmayı arzu eder, sanatkâr kendi eserleriyle var olmak istediği için başkalarından ayrılmak ister. Bu nedenle de ben bir akademisyen olarak öğrencilerime hep şunu söylüyorum. Diyorum ki “yaptığınız tarzın farklı olması” lazım. Bahsettiğim tarzı oluşturabilmek, üzerinde çalıştığınız bir esere kendinizden bir duygu katabilmek için Türk tezyini sanatlarının özünü anlamanız lazım. Batı’dan bir örnek vereyim: Picasso. Picasso önceleri klasik çalışıyor, el çalışıyor, göz çalışıyor, surat çalışıyor, nesneleri çalışıyor, öncelikle klasiği öğreniyor. Klasiği özümsedikten sonra kendi üslubuyla yeni arayışlara çıkıyor.
Tezhip sanatında da klasik dediğimiz zaman kuramları, desenleri, stilize ve yarı stilize desenleri öğrenmemiz gerekiyor. Bunları bilmeden tasarımcı olamazsınız. İlk önce tabir yerindeyse hamur gibi sanatla yoğrulmanız gerekir, aynen Picasso’dan verdiğim örnek gibi. Önce göz çalışıyor, ondan sonra kendi üslubunu oluşturuyor. Bu bizler için de çok önemli. Sonuçta biz hepimiz birer sanatkârınız. Bizler de hadisenin üniversite ayağı olarak hep örnek olmamız gerekiyor.
Az önce açılışını yaptığımız ve birlikte gezdiğimiz eserlere baktığınız zaman öncelikle bunların birer tasarım ürünü olduğunu görmenizi isterim. Bu şekilde ancak bir Şahkulu, Kara Memi yahut Ali Üsküdari olabilirsiniz. İsminiz, Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler bu şekilde ortaya çıkar.
Sanat camiasının sizi tanıyabilmesi için bir üslubunuzun olması gerekir. Bu nedenle buradaki örneklerde olduğu gibi önce klasik, sonra da yorum… Tabii ki yorumda bulunabilmeniz için de yine az önce söylediğim gibi klasiğin içerisinde pişmeniz lazım gelir.
Çok uzun zaman olmuş, ben üniversiteye 1982 yılında girdim. 40 yıldır kendimi hâlâ yeterli görmüyorum. Çünkü İslam-Türk sanatları bir derya, bir deniz içinde hep kayboluyorsunuz.
ÇOK DEĞERLİ BİR SANAT MİRASININ ÜZERİNDE OTURUYORUZ.
Çok büyük bir sanat mirasının üzerinde oturuyoruz. Benim en büyük şansım akademisyen olduğum için ve de İstanbul’da yaşadığım için müzelerdeki o orijinal eserlere ulaşabiliyor olmam. Ulaştığım birbirinden farklı eserleri temâşâ ettiğimde de hep farklı noktalar görüyorum. Ve diyorum ki “bizden daha ince yapmışlar. “Yeni bulduğum motif” diyorum. Bakıyorum ki o müzedeki eserde! Bize ne kaldı? Hiçbir şey kalmadı. O kadar çok çalışmışlar, o kadar çok eser üretmişler ki! Bize ancak günümüzde teknolojik olarak bir şeyler yapmak kalıyor! Üç boyutlu eserler yapmaya çalışıyoruz, lazer kesimleri yapmaya çalışıyoruz! Bunları yaparken şunu hiçbir zaman unutmayalım. Biz, çok değerli bir sanat mirasının, sanat mirasının üzerinde oturuyoruz. Ve bunun sorumluluğu bizim omuzlarımızın üzerinde… Fırçayı sürdüğünüzde, bir eserde çalıştığınızda bir sonraki yüzyıla örneklik teşkil edecek şekilde yapınız. Hatasız, olabildiğince bilgili bir şekilde yapmak lazım. Yaptığımız her çalışma bir sonraki yüzyılda örnek alınacak eser olmalı. Ve bu kadar insanın yükünü taşıyoruz. Yani geçmişten gelen sanatkâr ecdadımızın da yükünü taşıyoruz. Bu çok önemli bir konu.
Doç. Dr. Kaya Üçer
Münevver Hoca’nın bahsettiği gibi gelenekselin tüm kurallarını öğrenmeniz gerekiyor. Yani klasiği özümseyip benimsedikten sonra zaten sanatınıza duyduğunuz saygı da zirveye çıkıyor. Çünkü sanat mirasımız yüzyıllardan beri süre gelmiş, bozulmadan gelmiş. Ve bizim gündemimizde şöyle bir soru olmalı: “Bunu daha ileriye nasıl taşırız?” Evet, gündemimiz bu olmalı. Bunu taşırken de “hem bizden sonraki genç nesillere hem de dünya literatürüne kendimizi nasıl kazandırabiliriz”e de bakmamız gerekiyor. Buna bakarken de yaptığımız çalışmalara bir miktar çağdaş tınılar eklememiz gerekiyor.
(“Siz başka daha neler yaptınız?” şeklindeki mukadder bir suale cevap verelim! Ceylan Otel’de yaptığımız bir çalışma, bir kubbe var. Burada klasik, 16’ıncı yüzyıl kubbelerinden bir miktar farklı olarak çiçekleri, böcekleri farklı kullandık! Burada üç boyut hissini oluşturmaya çalıştık.
Yine 2010 yılında Yeşil Vadi Camii’nin kalemişi tezyinat projesini gerçekleştirdik. 2010 yılı Kur’an-ı Kerim’in inzalinin 1400’üncü senesiydi. –Arz ettiğim gibi yaptığınız işin yaslandığı bir hakikat tarafı varsa değer görüyor.- Camiinin kubbesinde 1400 adet vav harfi çalıştık. Vav harfinin tasavvufi açıdan yorumlarına baktığınızda da “Allah’ın gözü üzerinizde demektir!” Bir camidesiniz, 1400 yılın (ilahi kelâmı) vav harfi kubbede, üzerinizde. Bir nevi Allah’ın gözü de üzerinizde! (Cenab-ı Hakkın Basir sıfatına atıf var burada.) Olaya böylesi yaklaşımlarla baktığınızda daha keyifli, daha sanatsal çalışmalara imza atma imkânınız olabiliyor.
ALNI SECDE GÖRMEMİŞ BİR ADAMA CAMİ YAPTIRMAYACAKSINIZ!
Bizim kendi aramızda bir söz vardır. Alnı secde görmemiş bir adama cami yaptırmayacaksınız! Çağdaş mimar olabilir, modern tasarımcı olabilir, bir yerlere bir site yapmış olabilir, “haydi, buraya da bir cami yap” diyorlar! Bir bakıyorsunuz camiinin orta kısmından kadınlar mahfiline çıkış yapıyor. Veya tezyinatta olmadık yazıları ve desenleri kullanıyor.
Yeşilvadi Camii’ne beni ilk çağırdıklarında böyle apar topar gittim. ”Mekân için ne düşünüyorsun?” dediler. Dedim ki “bu caminin dışı, her tarafı mermer kaplı. Hiçbir masraftan kaçınılmamış, özenli uygulamalar yapılmış. “2010 Kur’an-ı Kerim’in nüzulünün 1400’üncü yılı. 1400 adet vav yapalım ve her vavın gözüne de küçük ledler, ışıklar koyalım. Gece aydınlanmayı da böyle sağlayalım” dedim. Çok hoşlarına gitti bu fikrim ve biz de öylece uygulamayı gerçekleştirdik. Böylelikle klasik bir kubbeye çağdaş bir yaklaşım getirmiş olduk. Camiinin hüsn-i hattını da Ali Toy hocamızla çalıştık orada. Yeşil Vadi Camii son derece keyifli bir çalışma oldu bizler açısından.
KAYA ÜÇER: MÜNEVVER ÜÇER’İN TEZHİP ANLAYIŞINA RENKLER VE RESİMSEL BİR YAKLAŞIM HÂKİM.
Buradan, Münevver Hanımın tezhip anlayışına geçelim... Münevver Üçer’in tezhip anlayışının öznesinde renkler var. Bu yönüyle bir miktar resimsel bir yaklaşım. Sözü yine kendisine verelim…
Prof. Dr. Münevver Üçer
Sergilerimizde bir konseptin, bir hikâyenin olmasını önemsiyoruz. İnsanlar serginizdeki eserlere baktıklarında farklı duygulara kapılmalı. Bir sanatçının eserini bedelini ödeyerek satın alırsınız, ama önemli olan sanatkârın aradaki, o eserdeki duygularıdır. Bu noktada bir hatıramı nakletmek isterim. Yurtdışı sergilerimden birinde bir yabancı eserimi satın aldı. Bir Hristiyan. Kendisine “Burada Allah yazısı var, Arapça” dedim. Buna “Allah birdir, tektir, ismi Latincede yazılsa, Arapça da yazılsa aynıdır. Ben bunun için aldım” dedi.
Yine bir sergimde “Maşallah” çalışmamı alan bir İngiliz’e niçin aldığını sorduğumda “Dedem hasta, sizin sanatlarınıza o kadar meraklı ki. Maşallah topluyor. Ben dedemi mutlu etmek için bunu alıyorum” dedi. Bu hadise Suudi Arabistan’da gerçekleşti. Bunun akabinde “Sanat insanlara bir nevi mutluluk getiriyor!” dedim.
Ödüller almak güzel. Bununla birlikte sergilerde, yahut koleksiyonlarda sanatçıların (biiznillah) ellerinden çıkan bir eserin karşısına geçerek bir şeyler keşfetmeniz sanatkârına daha özel şeyler hissettiriyor.
Tezhip çalışmalarıma klasikle başladım. Klasiği yorumladım ilk önce. (Az önce Kaya hocanın da işaret ettiği gibi)“Buradan yola çıkarak neler yapabilirim?”i düşündüm. Arayışlar içerisine girdim. Hâlâ arayış içerisindeyim. İnsanlarımızı, özellikle de gençlerimizi öz sanatlarımızla buluşturmak için arayıştayız.
SANATLAR BİR BÜTÜNDÜR.
Üniversitede klasiğin dışında serbest tasarımları da yaptırmaya çalışıyoruz. İstiyoruz ki bu sanat bir sonraki yüzyıla doğrularla ve yeniliklerle birlikte devam etsin. Sadece tezhip diyemezsiniz. Sanatlar bir bütündür. Bütün sanatları bir arada cem edebilirsiniz. Bu sergimizde biz tezhibi kalemişiyle birleştirdik. Yeni yorumlar getirdik. Söyleşimizde de küçük bir tezhip ve kalemişi gezisini çıktık. İnşallah beğenmişsinizdir. Bu güzel örneklerle sizleri baş başa bırakıyoruz.
İbrahim Ethem Gören-25.10.2022- Yazı No: 320