BURAK ÇETİNTAŞ İLE KOLEKSİYONCULUKTAN AÇILMIŞ BİR SOHBET

BURAK ÇETİNTAŞ İLE KOLEKSİYONCULUKTAN AÇILMIŞ BİR SOHBET

Tarihçi M. Burak Çetintaş bir yandan tarihimize ışık tutan çalışmalara imza atarken diğer yandan da memleketimizin tapu senetleri mahiyetinde olan mezar kitabelerine, ecdadımızdan bizlere miras kalan hazirelere hizmet ediyor. Bir nevi kadim kabristanlıkların murabıtı yahut gönüllü türbedarı o.

Oldukça önemli bir kütüphaneye sahip olan M. Burak Çetintaş, aynı zamanda hat sanatı koleksiyoneri. Burak Çetintaş ile hat sanatı koleksiyonu ve koleksiyonculuk üzerine hasbihal ettik.

Burak Bey sizi tanıyabilir miyiz?

Efendim, hep garibime gitmiştir. Eskiden sâde hanımlar yapardı bu işi, şimdi beyler de katıldı. Koca koca hocaların biyografilerine bakıyorsunuz, mezuniyetlerinin tarihini vererek başlıyorlar kendilerinden bahsetmeye. Siz de oturup parmak hesabı yapıyor, kaç yaşında olduklarını çıkartmaya uğraşıyorsunuz mesela, şayet tarihlere düşkünseniz. O yüzden ben gerek çalışmalarımda, gerek ilgili yerde bahsi geldiğinde tam tarih söylerim. 29 Eylül 1976’da Cihangir’de bir hastahanede doğmuşum. Bir iftihar vesilesi olsun diye söylemiyorum ancak tabi olanı söylemek lazım, ailem iki koldan da İstanbulludur. Sadece annemin babaannesi Alman’dır. Büyük dede, yani İzmir kolundan topçu Ferik Fahreddin Abbas Paşa’nın oğlu Arif Hikmet Bey, Almanya’ya gittiğinde orada tanışıyor bu hanımla, evleniyorlar, dedem orada dünyaya geliyor. Oranın nüfus kaydıyla Giessen doğumlu, ismi Wolfgang Amadus Freund. Buradaki nüfus bilgileriyle ise Abdullah Fikret. Alman büyükanamız da sonra, 1952’de İstanbul’a geliyor, Müslüman oluyor, Muazzez Hikmet ismini alıyor ve 1979’da burada dünyaya 95 yaşında iken veda ediyor.  Şimdi dedem ile Küçükyalı Kabristanı’nda ebedi uykularını koyun koyuna uyuyorlar.

 

BURAK ÇETİNTAŞ: İSTANBUL’DAN BAŞKA YER BİLMEM

Eyvallah… Ne güzel izah ettiniz. Kabirleri nur olsun.

Neyse İbrahim Ethem Bey, velhasıl şöyle söyleyeyim, pek etraf bilmeyenler için “Serçeden başka kuş, Zeyrek’den başka yokuş bilmez.” derler ya, ben de İstanbul’dan başka pek bir yer bilmem, itiraf edeyim sevmem de.

Anadolu’yu, Trakya’yı gezmediniz mi?

Gidip gördüğüm yerler elbette oldu ama şehirden yola çıkarken bile hep aklımın bir köşesinde “Hayırlısıyla döneyim.” fikri olur.

 

İHTİYARLARIN ELİNDE BÜYÜYENLER ESKİYE ÂŞİNA OLUR

Tarihle olan ünsiyetiniz çocukluk yıllarına mı dayanıyor?

Çocukluğum, pek çok tarih meraklısı gibi ihtiyarlar arasında geçti. İhtiyarların elinde büyüyenler eskiye aşina olur, hatta duyup işittiklerinden, gördüklerinden sonra bir yerde sanki o âlemde bulunmuşlar hissine bile kapılırlar. Şimdi ismini vermeyeyim, tanıdığım pek çok tarihçi ve tarihi, hobinin ötesine taşımış kimse hep böyle büyümüşlerdir. Ben de en küçüğü 85-90 yaşlarında ihtiyarlar arasında büyüdüm, bir taraftan keyif de aldım. Babaannem 90 yaşındaydı, teyzesi 104, ağabeyi 94 meselâ. Şimdi düşünüyorum, herhalde bu merak bana onlardan, anlattıklarından, hafsalamda yeşeren ve şekillenen dünyadan kaldı. Mesela mezarlık merakımı biliyorsunuz. Mezarlık merakım da ailedendir. Bizimkiler kabristan ziyaretine sık sık giderlerdi, bir de bilhassa yürürlerdi.

Küçüklüğünüzden bir hatıra anlatır mısınız?

Hay hay. Ramazan’da mesela hiç unutmam Şehremini’nden çıkardık, Küçükhamam üzerinden Ramazanefendi, Sümbülefendi, oradan Seyfullah Baba, Silivrikapı’dan çıkıp evvelâ dedem Mehmed Selahaddin Bey’e, oradan Seyyid Nizâm Baba’ya, haydiii oradan Merkezefendi’ye, sonra Eyüpsultan hazretlerine geçeriz. Hep yaya... Sonra Eminönü’nden, Mısır Çarşısı’ndan alışverişimizi yapar, Sultanselim’den turşumuzu alır, dönerdik eve, iftara yetişirdik. O âdet de herhalde bana bizimkilerden kaldı, nereye gidecek olsam yürürüm.

Mesela şimdi Kadıköy’de Moda tarafında oturuyorum. Karacaahmet’e, Üsküdar’a gidecek olsam, şayet acelem de yoksa yürürüm. Etrafa bakarım; bildiklerimi, evvelce gördüklerimi teyid eder, hatırlatırım kendime. Çok kez yeni şeyler de görür, resmini alır, not ederim.

Yaşlılar arasında büyüdüm, aynı zamanda yeşillik içinde de büyüdüm. Bu yüzden ağaçları severim, toprakla oynamayı çok severim. Kürek, eldiven kullanmam; ellerim, avuçlarım... Ağaç dikmeyi çok severim, dal kırmamaya, yaprak kopartmamaya itina ederim. Alınıp satılan, hediye götürülen çiçekleri ise oldum olası sevmedim. Hep topraktaki, saksıdaki çiçek sever, seyrederim. Tohum toplar, mevsiminde diker, fideler, yeşertir, büyüyünce de nasibi neresiyse oraya dikerim.

Âlâ bir giriş ve zuhurat oldu, nereden nereye geldik!

Eyvallah. Allah rahmet eylesin babamın gayretiyle yedi sene bir özel okulda okudum ve mezun oldum. Ne emeklerle okuttu, nelerden fedakârlık etti şimdi şimdi anlıyorum, belki de anladığımı zannediyorum. Oradan sonra İstanbul Üniversitesi’ne devam ettim. Oradaki girdiğim Avrupa Toplulukları Hukuku’nu bitirdikten sonra Uludağ Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler’e geçtim. Orayı da güç bela bitirdim. Aynı sene Boğaziçi Üniversitesi’ne başvurmuştum. Yine Allah rahmet eylesin, genç yaşta vefat eden Yavuz Selim Karakışla hocam o yaz yakından alakadar oldu, böylece bölüme girdim. İki sene sonra da bölümde iki buçuk seneye yakın sürecek asistanlık maceram başladı, yine rahmetli hocam sayesinde. Hâlâ da okuldayım, hayli uzattım ancak sona yaklaştık herhalde. Bu meyânda askerliği 2008’de hallettim, Allah o vazife esnasında da bir kitap hazırlamayı nasip etti. Elden geldiği kadar vakit öldürmeden yazmaya, okumaya, görüp öğrenmeye, tespit etmeye, anlatmaya, neşretmeye uğraşıyorum. Yaşım 41. İlk yazım çıkalı bu sene tam 20 yıl olmuş. Uzunlu kısalı yazılarımın toplamı 540’ı geçti. Basılan kitaplar, yayına hazır haldeki kitaplar, bu arada bir de 22 aylık evlat sahibiyim, herhalde hayırlısıyla meydana çıkartmak nasip olursa en güzel eser o olacak...

Müverrihsiniz. Bu alanda yükseköğretime devam ediyorsunuz. İktisat gurusu Mustafa Özel, “Tarih milletin yurdudur.” diyor. Biz, bu söze medeniyet kavramını da ilave ederek soralım, dilerseniz: Milletimiz yurdu olan tarihine, tarihin izlerini üzerinde taşıyan eserlerimize ve medeniyetimize ne kadar sahip çıktı/çıkıyor?

Kendimi tarihçi olarak hiç görmedim. Belki tespitleyici, iflâh olmaz bir meraklı. Kaldırım taşlarından rögar kapaklarına, ağaçlardan çiçeklere, balıklardan rıhtımlara derken vapurlara, fenerlere, evlere ve ahşap evlere bilhassa, mimarî detaylarına ve yapı tekniklerine, semt dokusuna ve monografilere, biyografilere, ailelere… Ve aileler hakkında bizde en etraflı bilgiyi bulabileceğiniz meselâ mezar taşlarına uzanan bir merak bu. Hepsiyle uğraştım, uğraşıyorum. Ancak sizin sorunuza gelecek olursak ve bu sohbette biraz da dimağlarda acı bir lezzet bırakmama müsaade ederseniz, milletin eserlerimize ve medeniyetimize neredeyse hiç sahip çıkmadığını söylemek, seslendirmek lazım.

Buyurunuz Burak Bey, sizi dinliyoruz…

Bu vicdânî bir borç, vatan sevgimin de icabıdır. Yeşile iyi davranmıyoruz, mabedlerimize temiz bakamıyoruz maalesef ki dinimizin temel direklerinin başında temizlik geliyor. Mezarlarımızın halini biliyorsunuz. Temiz bakımlı tutmayı bırakın, kırıp döküyoruz, çöp atıyoruz çöp... Her gittiğimde poşetlerle çöp atmaktan ben utanıyorum inanın. Buna ekalliyet kabristanlarını da dahil edebiliriz. Ama onları da kendi cemaatleri değil maalesef yine biz kirletiyoruz. Geçen gün mesela bir hadiseye şahit oldum, bir Ermeni kabristanında. İki kişi motosikletle geldiler, ilgiliye “Abi bir ricamız olacak, affedersin bana papaz büyüsü yapmışlar, bozabilmek için şu bohçayı da bir Ermeni kadının koynuna gömmek lazım geliyormuş. İki dakika girip gömsek...” demez mi? Adamın önünde Müslüman halimle ben utandım. Dilimin ucuna geldi; “Bir Ermeni, bir Rum gelip senin annenin, kızının mezarına bir avuç çaputu gömmeye kalksa sen ne hissedersin, olacak iş mi?” diyecektim, zor tuttum kendimi.

 

MEDENİYET ESER, DÖRT DUVAR, KİTAP, HAT DEĞİL; ESASEN İNSANİYETTİR

Medeniyet eser, dört duvar, kitap, hat değildir; esasen insaniyettir. Din, kültür, ahlâk, gelenekler hep bu kıymetli varlığı “insan”ı yüceltmek, asil kılmak üzere çalışmış, devşirmiş, derlemiştir pek çok değeri. Ancak biz şimdi o değerleri yitirdik, evet itiraf etmeli ki yitirdik. Bu noktaya gelinmesinin sebeplerinin başında da bu var.

 

“HÜDA’DAN HİÇBİR DEM AYRI DÜŞMEZ HAZRET-İ İNSAN”

Hazret-i Aziz Giridî divançesinde “Hüdâ’dan hiçbir dem ayrı düşmez Hazret-i İnsân.” demiş.

Ne büyük söz!

Pekâlâ, nerede kaldı bizim hazretliğimiz? Evlere levha asmaya gelince kimimiz reprodüksiyon alıp camlatıyor, kesesi dolu olan kıyıp en güzelinden yazdırıyor da o çok değil, bir asır evvelki evlerimizin sofalarını, divânhânelerini süsleyen kelâm-ı kibârlar yazılı levhalarında yazanı anlayacak ferasette âdem hani, nerede?

Biz kaldırımda yürümeyi, otobüse binip inmeyi, selâm vermeyi unuttuk. Gelişmiş restorasyon teknikleri ile üç-beş yüzyıllık duvarları tamir etmek, akan damların kurşununu, kiremidini aktarmak eser kurtarmaksa evet, o mâbedlerin ömrü uzuyor. Ancak asıl soru, bunları kimler için ayakta tutuyor, yaşatıyoruz olmalı değil mi? Üstün estetik zevklerin sahibi geçmişimizin meydana getirdiği eserlerin yanına, önüne, ardına biz ne yapmışız, ne yapıyoruz bakıp görmek kâfî. Şimdilerde “Tekkeleri açalım, bunlar manevîyat ocaklarıydı.” deniyor. İyi hoş da bu binalar açılınca posta kimi oturtacaksınız, posta çekilecek kişiyi kim yetiştirecek? Ortalık gayre himmet etme iddiasında, hâlbuki kendi muhtac-ı himmet dedelerden; müteşeyyihlerden geçilmeyecek...

Seyyid Nizam Hazretleri’nin ahfadından olduğunuzu biliyoruz. Akrabalığınız hangi cihetten geliyor?

İstanbullu kollardan biri de o koldur. Dergâhın son şeyhi, yani postta bulunmuş o soydan ve aileden son kimse Şeyh İbrahim Şueddin Efendi’dir, babaannemin dedesidir. Kendisi iki defa evlenmiş, ilkinden evlâdı olmayınca o hanımından da müsaade ve rıza alarak tekrar evlenmiş ve bu evliliğinden altısı kız, biri erkek yedi evladı olmuştur. Oğlu Cemaleddin Efendi yazık ki henüz yedi yaşında iken duçâr olduğu hastalıktan kurtulamayarak vefat etmiş. Efendibabanın vefatının ardından bu defa meclis-i meşâyih kararıyla Hicrî 1335’te babaannemin erkek kardeşi ve altı kızın dünyaya getirdikleri yavrular arasında yegâne erkek çocuk olan Mehmed Şevki aileden gelen olarak şeyhliğe getirilmiş. Ancak yaşı küçük olduğundan yetişene dek vekil şeyh tâyin edilmiş. Elimizdeki mahkeme kararları ve hüccetler de böyle diyor. O meydana çıkana kadar zaten dergâhlar kapatılıyor, bu dava da bitiyor.

Bizimkilerin iki tekkesi varmış; biri Seyyid Nizam, surdışında, Silivrikapısı haricinde. Diğeri de oğlu şair Seyyid Seyfullah’ın adıyla da anılan Emirler Tekkesi, o da Silivrikapı dahilinde. Orası da Seyfullah Efendi’den sonra oğlu Cüneyd Efendi ve onun kolundan gelenlerce yürütülmüştür taa Şuaeddin Efendi’ye kadar.

Seyyid Nizam Tekkesi’nin hemen bitişiğinde, minarenin dibindeki mezarda ailenin Şeyh Şua Efendi’den sonra gelenleri defnedilmiştir, en son defnedilen de babaannemin teyzesi, 1995’te göçen Seniha Teyze.

Şimdi tekkeyi tamir ettiler, mezarlar da hep meydana çıkarıldı. Ben o tamirat sırasında hep gidip geldim, alakadar olmaya çalıştım. Mezarlıkta bazı taşlar karıştı, yerleri değişti, ancak eli yüzü düzgün bir iş yapıldı. 2013’de İsmail Kara hocanın tavassutuyla başladığım, ancak geciktiğim için şimdilik tehir ettiğimiz bir de “Seyyid Nizam” kitabı var, fırsat buldukça açıp bakıyorum, bölümler yazıyor, notlar ekliyorum. Nasipse ve hayırlısı ise çıkacak, en güzeli de benim neredeyse 30 senedir, evet taa 9-10 yaşlarımdan beri bütün aile içinde kapı kapı dolaşarak biraraya getirdiğim evrak, resimler, eşyâ ve hatıralar ile notlar “kisve-i tâba bürünecek”, basılacak yani. Benden sonra ailede kim alakadar olur, olsa onca şeyden ne anlar, ne çıkarır?

Adı Zeytinburnu’nda bir semte de isim olan Seyyid Nizam Hazretleri ve nesli hakkında okuyucularımıza bilgi verir misiniz?

Efendi Hazretleri Bağdat’tan geliyor. İstanbul’da evvelâ Kasımpaşa’da bir tekke kuruyor. Patırtılar olmuş, binası iki defa yıktırılmış. O sırada devrin sadrazamının da iki erkek evladı aniden vefat ediyor. Bunun üzerine paşa, kapısına gidiyor Nizameddin Efendi’nin, “Ne yapalım, ne istersin?” diyor. O da “Sen benimle uğraşma, damıma dokunma, senin de evlâdın ömürlü olsun.” diye cevap veriyor. Bunun üzerine gözden uzak, ayakaltında olmayan, 10-15 sene evveline dek gayet tenha bir bölge olan, şimdiki tekkenin yeri tahsis ediliyor. O gün bugün tekke ihvâna kapı oluyor. Ben bi’l-vesile ne güzel insanlar tanımışımdır, hâlâ hatrıma geldikçe ürperir, şaşırır bir taraftan da mutlu olurum. Onun evladı Seyyid Seyfullah Efendi, malum büyük şairdir, Gölpınarlı da Yunus Emre’nin 16. yüzyıldaki takipçisidir diyor. Şiirleri meşhurdur.

 

“BU AŞK BİR BAHR-İ UMMÂNDIR”I BİLMEYEN VAR MIDIR?”

Bu âleme vâkıf olup da “Bu aşk bir bahr-i ummândır.” ilâhisini bilmeyen var mıdır bilmem. Ancak hâlâ hayıflanırım, meselâ babaannem bu ve birkaç bunun gibi ilâhiyi bizim bugün bildiğimizden farklı bir beste ve melodi ile söylerdi. Keşke kayda alsaymışım. İnsan büyükleri hep etrafında olacak sanıyor, gün geliyor bir de bakıyorsunuz ki sizden büyük, bir şeyler soracağınız kimseniz kalmamış. Mesela ben asıl bunu hissettiğimde ne kadar yalnız kaldığımı hissetmiştim. Şimdilerde de yine aynı sebepten sıranın geldiğini düşünüyorum. Bunun elbette günü, ayı yok ancak demem o ki yaşadıklarınız size olan biteni iliklerinize dek hissettiriyor.

Seyfullah Efendi’nin divânı üç defa basılmış, ilki hicrî 1288’de Edirnekapısı’nda Şeyh Yahya Efendi Matbaası’nda. Sonra 1236’dan 1239’a (Her nedense böyle uzun sürmüş, kâğıt muzayakası mı, Balkan Harbi mi bakmak lazım.) kadar süren ikinci baskı serüveni, Bayezid’de Kâmil Efendi’nin matbaasında. Bir de tarihsiz, kayıtsız nüsha var. Ben seneler evvel Yahya Efendi’yi de merak etmiş araştırmıştım. Bir şeyh efendi işinin gücünün yanında matbaa kuruyor hem de evinin alt katında, orada kitaplar basıyor. Baskısı güzel, tashihi gayet az. Çok sayıda bastığı kitaptan biri de mesela beni çok etkileyen Ahmed Rifat Efendi’nin Nakdü’t-Tevârih’idir. Neredeyse 800 sayfa! O ufacık matbada bu kitabı kurşun harflerle tertip edip birkaç yüz nüsha basmış. O merak ve heyecanla Yahya Efendi’nin biyografisini, ailesini, bastıklarını da araştırıp bir dosya yapmıştım. Matbaanın yerini ilk ziyâretim 1992’dir. Matbaa sahibi meşayihden bir diğeri de Eyüpsultan sırtlarındaki Karyağdı Baba Tekkesi postnişini Necîb Babaefendi’dir. O da tekkede kurduğu taşbasma tezgâhında divan ve sair kitaplar basmış. Mesela o zaman Cavidannâme’yi o matbaada basabiliyor Necîb Baba.

Seyfullah Efendi’den sonra Cüneyd Efendi var, üç sene kalıp göçmüş. Nedendir bilmem, meselâ ben kendimi o efendiye çok yakın hissederim, içim titrer Cüneyd Efendi’ye. Böyle böyle bazı dönemlerde vekil şeyhler de hizmette bulunmak kaydıyla 1918’e dek gelinmiş. Bazı zaman aracı koyarak, vakıflarından, maaşlardan istifade edebilmek için posta göz dikenler de oluyor. Şeyh Adlî mesela. Bizim ailede hep anlatılırdı o. Şeyh Şua Efendi uzun mücadelelerin ardından tekkeyi geri alamayacağını anlayınca cümle kapısının anahtarlarını alıyor, Seyyid Nizam Baba’nın huzuruna varıyor, sandukaya hitaben “Efendi Baba, eğer kapının sahibi o zatsa buyur anahtarlar, yok o değil de sen isen o zaman icabına bak.” deyip şebekenin ayakucuna asıyor.

Netice!

Sonra sonu fena olmuş derlerdi büyükler.

Seyyid Nizam’ın (ks) hatırasına vefa gösterebildik mi? Bu hususta bir tesbitimi aktarmak istiyorum müsaadelerinizle. İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Osmanlı hat sanatı alanında referans kitabı Son Hattatlar’da terceme-i haline yer verdiği Arapzade Mehmed Rıza Efendi’nin kabri için “Ma’zulen 1896’da (15 Şa’ban 1313) vefat etti. Sur haricinde Seyyid Nizamüddin türbesi civarında defn olundu” ibaresini yazmış. Hat terekesi fakirde bulunan Mehmed Rıza Bey’in kabrini bulup bir Fatiha üç İhlas-ı Şerif okumak için Hattat Mahmut Şahin arkadaşımızla birlikte 2010 yılında Seyyid Nizam haziresine gitmiştik. Hazirenin hali içler acısıydı. Kitabeler, şahideler, baş ve ayak taşları tabir yerindeyse yerlerde sürüyordu. O hengâmede Mehmet Rıza Efendi’nin kabrini de bulamadık. Bilahare Dünya Bülteni’nde “Seyit Nizam’da Kitâbe Mezarlığı” serlevhasıyla bir yazı da kaleme aldım.

Mezar kitabeleri medeniyetimizin bir nevi tapu senetleridir. Bu senetlere sahip çıkmamız için vatandaşlarımıza, yerel ve kamu yöneticilerine ne tür görev ve sorumluluklar düşüyor?

Seyyid Nizam Mezarlığı şimdi çok şükür ayağa kaldırıldı, darısı diğer kabristanların başına. Ancak tuhaf mı demeli, bizim âdetlerimizdendir mi demeli bilemedim. Çok meşhurun, mühim adamın mezarı kaybolup gitmiştir. Seyyid Nizam civarında mesela zâkir Fehmi Efendi de medfun, ama hani mezarı? Yok. Yaptırılmadı mı, yapıldı da zayî mi oldu kimbilir... Hele daha acısı Süleyman Berk’in kitabında olup da şimdi mevcut olmayan taşlar var. Kitap 2007’de çıktı, ancak on sene oldu. Nasıl kaybolur, nasıl çalınır inanılır gibi değil! Ben haziredeki kazılarda hep oradaydım. Çıkmadı o taşlar. Ancak mesela Fatih devrinden kalma rumîli bir mezar taşının parçası bulundu. Bir parçası tekkenin beden duvarındadır o taşın. Diğer parça da herhalde ve inşaallah koruma altında duruyordur biryerlerde. Ben ancak ve yine belgelemekle, yani fotoğrafını çekmekle yetinmiştim.

Ondan sonra tekrar mezar taşları bahsine dönmek üzere söyleyeyim ki tekkenin karşısında, şimdi imam hatip lisesi olan geniş bahçenin dörtyol ağzına bakan köşesinde benim çocukluğumda koca bir karakolhâne binası vardı. Sultan Abdülmecid devrinden kalma, kapısı tuğralı, o zaman mor-kara bir renge boyalı durup dururdu. Tabii karakol değildi, kiracı otururdu. Biz de ziyarete gittiğimizde büyüklerin elinden kaçıp içine girer, dolanırdık. Sonra bir gün bir baktık yıkılmış. Tuğrası ne oldu, binanın kimseye zararı yoktu, neden yıktılar, hâlâ anlayamamışımdır. Eski bir fotoğrafı çalışma odamda duvarda asılı duruyor şimdi.

Mezarlıklar meselesine gelecek olursak, işin büyüğü millete düşüyor ama bizim millet de çekilip çevrilmeyi sever doğrusu. Bir başka deyişle idâre de işin ucunu sıkı tutmalı. Yani sana öyle, öbürüne böyle dememeli. Somut örneklerle izah edeyim meramımı. Ben babamın mezar taşını yazdırmak istedim, kırk dereden su getirdi ilgililer, mezar neresi, ölçüleri ne, bilirkişi gidip ölçecek, randevulu gidilecek, kaç kişi gömülü, eski-yeni tapuların örnekleri getirilsin derken iki haftada sadece babamın isminin yazılması için izin kağıdı çıkarttırabildim. Buna mukabil size fotoğraflarını takdim edeceğim facialar da oluyor umumi mezarlıklarımızda. Mesela Eyüpsultan’da Gümüşsuyu mevkiinde, Keşgârî Tekkesi civarında çok önemli mezarlar vardır. Şimdilerde oradaki eski taşlar sistemli bir şekilde tahrip ediliyor ve yerine yenileri yapılıyor. Mezarlıklar müdürlüğünün bunu bilmemesi mümkün değil. İstanbul’un ortasında bir mezarlık ve onlarca, yüzlerce mezar kırılıyor, sökülüyor. Koca Osman Ferid Paşa’nın mezarı iki üç senede perişan edildi. O, Osman Ferid Paşa ki Medine’ye, Hazret-i Peygamber’in(sav) kabrine elektrik bağlatıp tenvir eden zattır, 22 sene Hicaz’da vazifede bulunmuştur. Şeyh Şâmil’in damadıdır. Kafkasya mücadelesinin eğilmez kahramanlarındandır ve üç oğlu da çok önemli simalardır. Bunlar Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün kurucularıdır. O aile sofası şimdi perişan halde. Bitişiğinde son sadrazamlarımızdan, dürüstlüğü ile meşhur Salih Hulusi Paşa’nın şebekeli, kubbeli aile sofası var, ama o da gitti gidiyor. İncirköylü Hasan Paşazâde Deli Fuad Paşa’nın kabri ise kayıp! Bunlar 5 metre arayla üç önemli aileye ait, yakın geçmişte sapasağlam, yerli yerinde duran mezarlar. Demem o ki, bizim böyle bir lüksümüz de hakkımız da olamaz. Buna kim dur diyecekse demeli. Bahanesi, “İstanbul’da günde 300 kişi ölüyor, onlara yer bulmak lazım...” olamaz. Eski mezarlar, sahibi olan ölülerin üzerinde, asıl yerlerinde ve olduğu gibi muhafaza edilmeli. Bir yerden bir yere, depoya, müzeye kaldırılamaz, belirlenen sahaya istif edilemez, nakledilemez.

 

MEZAR TAŞI ÖLÜNÜN ADRESİNİ TASPİTLEYEN BELGEDİR

Mezar taşı ölünün adresini tespitleyen belgedir. Bizim büyüklerimizi, dedelerimizi ebedî uykularında rahatsız etme hakkımız olabilir mi? Bize bu vatanı emanet eden asker, şair, devlet adamı, vazifesi her ne ise büyüklerimize sadece iki metrekarelik bir istirahatgâhı nasıl fazla görürüz? Sonra bizi onların yerine yaptığımız eğreti mezarlarımızda rahat bırakırlar mı? Bu da mı kimsenin aklına gelmiyor?

Evinizin her tarafı kütüphane. Kitaplarla ünsiyetiniz nasıl başladı? Nasıl devam ediyor?

Kitaba merakım babamın kitaplığı, ardından amcamın evindeki kütüphane ve nihayet eniştemin kütüphanesi ile arttı. Eniştem Galatasaray Lisesi’nin eski müdürlerinden İsmail Fethi İsfendiyaroğlu’nun ablası Belkıs hanımefendi’nin en küçük oğlu idi. Dayısının kütüphanesinin bir kısmıyla birlikte kendi toparladığı kitapların da bulunduğu zengin ve estetik bir kütüphanenin sahibi idi. Benim sahaflara gitmeye başlamam orta ikinci sınıfta oldu. Öğle yemeği harçlıklarını biriktirip aç biilaç kitap alıp durdum. O zaman Osmanlıca bilmediğim halde nadir baskıları kendimce öğrenip toplamaya çalışmıştım.

 

ŞEYH GÂLİP DİVANI’NI HENÜZ LİSEDEYKEN ALMIŞTIM

Divanlara meraklı olduğunuzu biliyorum.

Evet. İlk Şeyh Gâlip Divanı’nı henüz lisede iken almıştım. Divan merakı o zaman başladı. Şimdi neredeyse 600’e yakın divan var kütüphânemde. Bazıları mükerrer olmakla birlikte hayli nadir baskı ve yazma divânı bir araya getirebildim. Burada, o kitapları daha da zenginleştiren merhûm sahhaf ve efendi insan “Enderûn” İsmâil Özdoğan beyi de bu vesileyle rahmetle ve hasretle anarım.

Garik-i rahmet olsun…

 

KİTAPTA ÖNEMLİ OLAN ADET DEĞİLDİR

Kitapta malum, önemli olan adet değildir. Ben daha çok meraklı olduğum, yazıp çizdiğim konularda bir kitaplık oluşturmaya çalıştım. Herhalde şimdi elimdeki kitapların adedi 13 bine yakındır. Bunlardan el altında bulundurma gereği hissettiklerimi oturduğum evde, gayrısını ise annemin evinde tutuyorum. Her sene neredeyse 300-400 kitabı da artık onlarla işim bittiği için ağırlıklı olarak Boğaziçi Üniversitesi kütüphânesine ve takas yapabilmek için tanıdık sahhaflara veriyorum. Bunlardan para almam, yerine kitap alırım. Osmanlıca olanların adedi iki binden fazla. Ancak bunlar da şimdi önemini yitirdi, koleksiyon malzemesi oldu. Çünkü neredeyse tamamının dijitaline internetten, ücretsiz olarak ulaşabiliyorsunuz. Tabii ben en yenisini alalı 15 seneyi geçiyor. Güncel yayınları da imkânım elverdiği ölçüde takip ediyorum. Gazete olarak hergün Hürriyet alırım, bilhassa vefat ilânlarını takip etmek için. O da Taha Toros Bey’den ve yine aralarında büyüdüğüm ihtiyarlardan kalan bir alışkanlık.

Buradan, öz sanatlarımıza doğru bir geçiş yapalım dilerseniz. Geleneksel sanatlarımızla ilginiz nasıl başladı?

O da yine evde başladı. Pek çok insan duvarlarında asılı bir levhayı dededen kalma, ne yazdığını bilmediği ve atıp satamadığı bir yük yahut mezata koyacağı güne dek değeri giderek artan bir obje olarak görür. Bizde ise hepsinin hikâyesi anlatılmıştır. Tabii anlatan olurdu ama dinleyen kaç kişiydik bilmiyorum. Babaannemin ve beni büyüten kızkardeşinin evindeki levhalarla yazmalar gün geldi ortadan kayboldu. Sonra öğrendim ki halam almış. Bir süre ne olup bittiğini anlamaya çalıştı, ardından kimini elden, birçoğunu ise müzayedeye koyup sattı. Neredeyse 15 sene evvel son görüştüğümüzde elinde kalan son yazma, Hafız Osman’ın gayet sâde, sadece halkârlı ve altun cetvelli bir evradı ile dedesinin, yani babaannemin babasının icazetnâmesinin yarısı idi. O da ilginçtir, bu icazetnâme iki ayrı kıt’a olarak hazırlanmış. Babaannemin babası Hafız İbrahim Rıfat Bey dönemin meşhur hattatı Mehmed Şevki Efendi’den ders görmüş, icazetini Yahya Hilmi, Mehmed Said ve bir zat daha tasdik etmiş. Dördüncü ismi, icazetnâmenin halamda kalan kısmında yazılı olduğu için bakıp okumam mümkün değil, ben de unuttum. Babaannemin yatak odasında başucunda asılı idi. Evler müteahhide verilirken tabii eşyalar da dağılıyor; ya veriliyor yahut emanet ediliyor. Bazı yazılar da böyle emanet edilmiş. Mesela Azizü’r-Rıfaî değil, başka bir Aziz Efendi’nin büyük kıt’adaki muhakkak bir besmelesini senelerce uğraştıktan sonra babamın eniştesinin evinden güç halle alabilmiştim. 1305 hicri tarihli o yazı, babamın dedesi Çanakkale şehidi İstanbul Maarif Müdür muavini Süleyman Şevket Bey’in Samatya’da yaptırdığı ev tamamlanmak üzere iken yazdırdığı yazıdır. O zaman biten eve yazı yazdırmak âdetmiş.

Böyle yazıların bazılarını aileden topladım, bazıları ise babamdaydı ancak o da eve asmamış, bir Kur’an-ı Kerim’in içine koymuştu. Onları da bulup meydana çıkartıp camlatmış, odama asmıştım. Sonra birgün merhûm Ali Alparslan hocam bu yazılardan babaannemin babasına ait olanları görüp şaşırmış “Yahu bunlar nasıl girmez Son Hattatlar’a... Bir yerde yayınlamalı...” demişti. O senenin Ramazan ayında beybabanın biyografisi ile Kaside-i Bürde kıt’alarından birini neşrettim. Öyle başlayan tanışıklığın ardından merhûm Ali Alparslan hocama meşk etmek arzusunda olduğumu, ancak nasıl olacağını kestiremediğimi söyledim. “Bana, Salıpazarına gel...” dedi, böylece 2000 sonbaharından 2001’in yazına kadar devam ettim derslere. Sonra gençlik, haytalık, yarım bıraktım, zarif ve nüktedan hocam hiçbir şey demedi. O defter de öylece kapandı gitti.

 

YAZININ ASLININ ELDE OLMASINA İNANANLARDANIM

Özelde hat sanatına yönelik alakanızın kaynağı nedir?

Babam güzel resim yapardı. Ben de resmi çok severdim, yapardım da. Ancak etrafa baktığımda gördüğüm ve dikkatimi çeken bu yazıydı. Kitâbelerde, mezar taşlarında, büyüklerin duvarlarında bu yazılar beni hep etkilemişti. Ben yazının aslının elde olmasına inananlardanım. Mehmet Şevket Eygi, haklı olarak bazı sohbetlerimizde, hat sanatına merakın artırılabilmesi için güzel baskıların yapılıp elden ele dolaşması gerektiğini söylemişti. Bunun en önemli sebebi herkesin hattata yazı yazdırabilecek yahut eski bir levhayı alabilecek kudrette olmamasıdır. Ancak kanaatim o ki asıl bir yazının bakana hissettirdiğini bir röprodüksiyon hiçbir zaman veremez. O yüzden ben insanın tek yazı bile alabilecekse yıllarca da olsa bekleyip o sevdiği yazının sahibi olması gerektiğine inanırım. Benim elimde de pek fazla yazı yoktur. Olanların ekserisi de aileden gelenlerdir. Diğerlerini, mesela Şeyh Hamdullah’ı ise elime geçen toplu para ile yahut esnafı tanıdığım için birkaç taksitte alabildim. Şimdi yazı bulmak, almak, daha da zorlaştı.

 

KOLEKSİYONER DEĞİL; EMANETÇİYİM

Hat koleksiyonunuzdan bahseder misiniz?

Evvelâ şunu söylemek lazım, ben topladığım hiçbir şeyin koleksiyoneri değilim. Ben elimizdekilerin emanetçisi ve bekçisi olduğumuza inanıyorum, dolayısıyla mallanmam, sahiplenmem. Koleksiyonerlik biraz da sahiplenmektir. Seneler evvel, yanılmıyorsam 2000 senesinde Rasih Nuri İleri’nin -koleksiyonundaki demeyeceğim- elindeki 3 bin 200 parça tablo ve levhadan oluşan bir sergi düzenlenmişti, ismi “İleridekiler” idi. İki bakımdan da güzel bir sergi ismi! Neyse, o serginin katalogunda Rasih Bey güzel bir şeye işaret ediyordu.

Ne diyordu?

Hatırlayabildiğim kadarıyla aşağı yukarı diyordu ki: “Ben hiçbir zaman koleksiyoner olmadım, ben emanetçi, bir nevi bekçiyim. Bunlar bana emanet edildi, ben de nöbet sıramı ve bu birikimi devredeceğim vakti bekliyorum sadece, hepsi bu kadar...” Tam da benim düşündüğüm şeyi demiştim o satırları okuduğumda. O yüzden mesela yaptığım yayınlarda, makale ve kitaplarda hep “arşiv” kelimesini tercih etmişimdir, kaynağa atıf yaparken, “koleksiyon” demem. Zaten hep işime yarayacak şeyleri almışımdır, yayınlayacağım konuyla, sahamla alakalı malzemedir elimdeki. Bir de etraflıca bakılacak olursa Türk tarihini, İstanbul’u, kısaca bizi ilgilendiren ne varsa, imkânım ve gücüm nisbetinde muhafazasına gayret sarf etmişimdir.

Benim elimdeki yazılar yirmi kadar. Bahsettiğim gibi, babaannemin babasının icazetnâmesi ve Kaside-i Bürde’nin kaleme alındığı 13 kıt’adan dördü bende kaldı. Babaannemin dedesi Neyzen Hacı Mehmed Nuri Efendi de hattatmış. Ondan kalan 1255 tarihli bir dua mecmuası da babamdan emanettir. Annemin evinden sadece muhakkak besmeleyi aldım, o salonumuzda asılı.

 

“ÜZÜLMEMEK İÇİN ELDEN GİDENİ HATIRLATACAK ŞEYİ SAKLAMA!”

Diğerleri…

Diğer yazılar meyânında yine akrabamızdan Adile Sultan’ın harem imamı ve şeyhi Ali Efendi’nin hicrî 1252’de yazdığı büyük ebatlı bir hilye ile Halim Efendi’nin küçük kıt’ada bir hilyesi, Abdullah Şevki Efendi’nin 1322 tarihli yangın ve vebâ duası, Neyzen Mehmed Emin Dede’nin 1323 tarihli bir kıt’ası, Sultan Selim türbedârı Hulusi Yazgan Efendi’nin “Rabbî zidnî ilma” ayeti yazılmış tâlik levhası ile iki tane de Şeyh Hamdullah kıt’ası mevcuttur. Bir besmele de Hâmid Aytaç’ındır. Daha birkaç tane levha annemde duruyor. Şimdi oturduğumuz evimizi alırken elden çıkartmak durumunda kaldığım yazı ve resimler arasında hiç unutamadıklarım ise tuğrakeş Mehmed Recâî Efendi’nin büyükçe “Allahû vahde”si ile Manastırlı Mustafa Nâilî Efendi’nin Hazret-i Pîr ile alakalı enfes bir kıt’asıdır. Eskiler, “Üzülmemek için elden gideni hatırlatacak şeyi saklama” derler, bende de onların ne resmi ne fotokopisi var. Ancak bazen aile albümlerinde, duvarda gözüme çarpınca ne yalan söyleyeyim, içim cız ediyor. Birkaç hattat elinden çıkma divân ile yazma risâleyi de bu meyanda sayabilirim herhalde.

Ceddinizden Hafız İbrahim Rıfat Bey’in hattat olduğunu söylediniz. Hakkında detay bilgilere sahip misiniz?

Az önce de arz ettiğim üzere, babaannemin babasıdır. Vidin’de 1869’da doğmuş, askeri tahsilden geçmiş. Kuleli Askeri Lisesi’nde okurken sesinin güzelliğinden dolayı hemen mektebin önündeki Kaymak Mustafa Paşa Camii’nin müezzinliğini de deruhte etmiş. Ardından Harbiye’ye geçiyor ve oradan dördüncü olarak mezun oluyor. Harbiye Nezareti müsteşar muavinliği, divan-ı harp reisliği, ahz-ı asker daire reisliği ve Biga kumandanlığının yanısıra Çatalca’da 35. Alay kumandanlığını üstlenmiş, Bulgar birliklerini bozguna uğratmış. Albay iken 1922’de yarbaylıktan emekli edilmiş, sonra da Akyazı’nın Taşburun köyüne gidip 1946’ya dek imamlık yapmış. Orada rahatsızlanınca çocukları gidip alıyorlar, Temmuz 1947’de vefât ediyor, babası ve annesinin Merkezefendi’deki aile sofasına defnediliyor. Hıfza da Şehremini’ndeki İnadiye Tekkesi şeyhinin oğlu Akif Efendi ile çalışmıştır. Hatta Haseki’deki Mehmed Şevki Efendi’den meşkle başlamış ve icazetnâmesindeki tarihe göre Hicrî 1301’de diplomasını almış. Yazık ki elimizde levhası kalmadı. Ancak babaannem Şehremini’nde 1956 istimlâkinde yıkılan Denizatlar Mescidi’ndeki ciharyâr levhalarını onun yazdığını söylerdi, eski fotoğrafları uhdemde mahfuzdur. Bir de henüz neşredilmemiş bir Balkan Harbi hatıratı intikal etti ki sadece inci gibi enfes yazısı ile bu defter kalsaydı, bu da hattatlığına şahadet edermiş.

Koleksiyonunuzda, daha doğrusu emanetinizde Mustafa Halim Efendi’nin hilye-i şerifesi de yer alıyor. Halim Efendi’nin bildiğim kadarıyla günümüze gelen hilyesi bulunmuyor. Ya yazmamış ya da günümüze ulaşmamış. Sizdeki hilye bu açıdan tarihi önemi haiz. Okuyucularımıza mezkur hilye-i şerife hakkında bilgi verir misiniz?

Bu hilye gayet ufak, 17 cm x 25 cm ebadındadır. Kanaatimce en hoş hususiyeti 4 Ocak 1962 tarihinde sabaha karşı yani Mirac kandili gecesi yazılmış olmasıdır. Bu hususiyet levhanın ketebe kısmında yazılmıştır. Sâde tezhibi de Rikkat Hanım’ın. Levha arkasındaki kaşeden anladığım kadarıyla 1964’te Amerika’da tertiplenen Türk Sergisi’nde teşhir edilmiş, ardından ise yine Türkiye’ye dönmüş. Bana seneler evvel bugün ebediyete intikal etmiş olan rahmetli bir büyüğüm bazı müşküllerini halletmem dolayısıyla hatıra olmak üzere emanet etmişti. Bu levhanın Halim Efendi’nin bilinen yahut ortaya çıkmış ilk hilyesi olduğunu ise ben de bu sohbet sayesinde sizden öğrendim.

Hilye-i şerifelerin hat sanatında durduğu mevkie dair neler söylemek istersiniz?

Bu hususta söz etmek ruhsatım yok. Ancak hissiyatım şudur, en güzel kulu ve Resulü, en güzel şekilde ifade edilebilmesine olanca güçleriyle gayret sarf etmiş bütün sanatkârlarımız. Hattatların kamışından çıkan satırlar, en güzel kâğıda geçmiş. Sonra o yazılar en güzel renklerle tertip edilen çiçek buketleri, gülbezekler, çarkıfelekler ve rozetlerle çerçevelenip kuvaklanmış, altının türlü ayarıyla tamamlanan kompozisyon, seyredene eşsiz gönül ferahlığı sunmuş. Eskiler bunu okuyup anlar, feyizlenirlermiş. Bir taraftan da gül bahçesine girmiş gibi olur şenlenirlermiş. Evlerin uğuru, zenginliği bu levhalarmış. Levhaların müstesnası da hilye-i şerifelermiş. Hakçası hepsi birbirinden güzel olmakla birlikte, beni babamın götürdüğü iki adreste gördüğüm Hasan Rıza Efendi’nin ki Silivrikapısı’nda, yine akrabamızdan olan Bâlâ Tekkesi’nde dururdu, sonra kaldırdılar ve Kazasker Mustafa İzzet’in hilyeleri derinden etkilemiş, ayarlarımı yerinden oynatmıştı. Hâlâ o levhalar gözümün önündedir. Yine bir akrabamın evinde duran büyük boydaki Mehmed Şevki Efendi hilyesi ile dedelerinin elinden çıkan 2 metrelik hilye de çocukluğumdan beri gözümün önündeki enfes levhalar meyanındadır.

 

“BABAM “ZARFA DEĞİL MAZRUFA BAK.” DERDİ

Levhalarınızla nasıl bir gönül bağınız var? Size lisan-ı halleriyle neler söylüyorlar?

Vallahi evvelâ diğer bütün eşya gibi “Boş yere ihtirasa kapılma, başkasınındık, şimdi de sende misafiriz, senden de bakalım kimlere emanet edileceğiz...” diyorlar. Sonra ben mânâlarını da severim. Hilye-i şerifeler efendimizi seyrettiriyor. Hazret-i Ali efendimizle alakalı levhalar -ki biri Şeyh Hamdullah’ındır- hem münderecatı, hem de hattatı ile seyrettirir.

Babam “Zarfa değil mazrufa bak...” derdi, ben burada o kaideyi bırakıp yazıyı da sonuna kadar, noktasına, çanağına, zülfesine dek seyrediyor, tekrar tekrar seyrediyorum senelerdir. Ufacık yazıdan aldığım ders senelerdir bitmedi. Tabii hoş bir diğer yanı da vesile-i rahmet olmaları. Kimi aileden, bazısı hediye, bazısı satın alınmak suretiyle ele geçmiş olsa da o yola vesile olan herkesi tebessümle ve rahmetle her defasında yâd ettiriyorlar.

Babaannem anlatırdı yine, babası Bayezid’de Harbiye Nezareti’nde müsteşar muavini iken Bayezid Camii’nde otuz Ramazan mukabele edermiş. Orada da Melekpaşazâde Haydar Bey’in çivit mavisi zemine altınla yazılı zerendud levhasının altında otururmuş. Ben de gerek üniversitede olduğum senelerde, gerekse sonraki yıllarda gidip seyrederek hem Haydar Bey’i hem de beybabamı rahmetle çok anmışımdır. Böyle saymakla bitmez anılar var...

Babanızın hat levhalarıyla ilgili olarak sizlere tavsiyeleri oldu mu?

O da doğrusu ayrı bir meseledir. Babam evimizin salonuna hiç levha astırmamıştı. Onun vefatına dek evde bir araya getirdiğim yazılar hep benim yatak odamda asılı durmuştu. Ben salona asmak istediğimde bana kızmış ve “Ne o deli kızın çeyizi gibi, bulduğunu, eline geçeni gelen gidene göstermeye utanmayacak mısın? Bende bu da var, şu da var demek değil de nedir?” demişti. Ancak yeri geldiğinde eline alıp incelediği yazı ve yazmaları nasıl şefkatle ve rikkatle ziyâret ettiğini bilirim. Dokunmaya kıyamaz, seyrederken zarar vermekten çekinirdi. Dedesinin kamış kalemleri, kalemtraşı, hokkası ve uçları ile dividi de ondaydı.

Sohbetin bir yerinde annenizin evinin duvarlarını tezyin eden resimlerin babanıza ait olduğunu söylediniz. Babanız resim eğitimini kimden almış?

Babam bir yerden resim eğitimi almamış olmakla beraber çok güzel resim yapardı. Daha doğrusu yaparmış. Güzel resimleri bugün de annemin ve kızkardeşimin evlerinin duvarlarını süslüyor. Babam 1941 doğumluydu. 1967-1968’e kadar resim yapmış, sonra ise gözlerindeki rahatsızlık çok ilerlediği için bırakmıştı. Yağlıboya, karakalem, suluboya, bilhassa suluboyayı çok severek yaptığını söylerdi. Malumunuzdur suluboya, teknik itibariyle en zorudur. Son zamanlarında benim de teşvikimle bazı akşamlar masaya oturup çizmeye, ardından boyamaya başlıyorduysa da renkleri hakkıyla ayırdedememenin kızgınlığıyla çok defa yarım bırakmış, olmadığını düşünerek yırtmış ve bir daha uzun süre resim başına oturmamıştı. Meşhur ressamların, mesela Matisse, Renoire, Van Gogh gibi fırçaların bilindik tablolarını da birebir yapmış. Bunların bazıları duruyor, 1961, 1963 tarihli bu çalışmalarda etkileyici bir benzerlik hemen göze çarpar.

 

KOLEKSİYONERLİK İDDİALI BİR KAVRAM

Sizce Türkiye’de koleksiyonculuk ne durumda?

Koleksiyonerlik iddialı bir kavram. Koleksiyon da öyle. Elinizde olduğunu iddia ettiğiniz her ne ise, topladığınız her ne ise ondan sadece hatırı sayılır adette değil, türü/tipolojisi itibarıyla da geniş bir yelpazede eser/ürün olmalı. Bunun ucu, henüz açılan müzelere dahi gidebilir. Adında “müze” kelimesi geçen bir kurumda, elbette sadece eski/antika şeyler olması gerekmiyor. Ancak o çatıda sergilenen eserlerin zaman/tarih içindeki seyrine işaret eden safahatin gözetilmesi de gözardı edilmemeli herhalde. Bu bakımdan bizdeki pek çok devlet müzesi depo/ardiye, pek çok benzer özel müze de kurucusunun güç gösterisi aracı olmaktan ne yazık ki ileri gidemiyor. “Ben buldum, paramla da edindim, şimdi elimdekilerin arasına bunu da kattım” şeklinde bir hareket tarzı ile toplananların ise külliyen bir müze oluşturamayacağı, hatta bütünlük arzeden bir koleksiyon dahi olamayacağı düşüncesindeyim. Çok zengin ve ciddi koleksiyonlara sahip koleksiyonerler de var. Pekçok mülakatta ve yazıda bahsedildiği gibi bizdeki en güçlü koleksiyonerlerin başında gerek maddî gücünün verdiği imkânla ve gerekse bulunduğu kültür çevresi içindeki konumu itibarıyla Ömer Koç geliyor. İncelediği sahada derinlemesine bilgi sahibi olması ve malzemenin kaynağına ulaşabilmesi şüphesiz onun sadece Türkiye açısından değil; dünya çapında bir koleksiyoner olmasını sağlıyor. Burada belki de bizim yahut bu konuya kafa yoranların iyi örnekleri sıralamak yerine kötü örneklerden bahsetmesi, olmaması gerekenleri sıralaması lazım. Böylelikle ne yapıp nelerden kaçınılması gerektiği daha da belirginleşir.

 

“ALAMADIĞIMA DEĞİL; GÖREMEDİĞİME YANARIM!”

İdeal bir koleksiyoncu profilini nasıl tarif ve tavsif edersiniz?

Bilgili, paralı -evet paralı-, zamanlı ve mekân kaygısı olmayan bir kimse herhalde ideal koleksiyoner olabilir. Bilginiz, ilgilendiğiniz saha ve hinterlandını ihata edemiyorsa yarı yolda kalır, nal toplar, önünüze gelen pek çok fırsatı teper, çoğundan hatta haberdar dahi olmazsınız. Bilginiz var, ancak maddî kudretiniz yoksa görüp haberdar olduklarınızın önünde tatlı tatlı yalanmak kaderiniz olacaktır. Tabii bu aşamada “Alamadığıma değil göremediğime yanarım...” darbımeseliyle müteselli olabilirsiniz. Bilginiz ve paranız var ancak zamanınız yoksa işin en keyifli aşamasından mahrumsunuz, toplayamayacak, vakit sarfedemeyecek ve bir dedektif gibi peşine düşemeyeceksiniz demektir. O zaman şayet yine de koleksiyon hırsınız varsa kendinizi başka ellere emanet etmeniz gerekecektir.

 

MEKÂN, KOLEKSİYONERLERİN OLMAZSA OLMAZ İHTİYAÇLARINDANDIR

Bir başka deyişle dokunamadığınız, koklayamadığınız, ünsiyet peydâ edemediğiniz şeyleri başka eller aracılığıyla sırf o alanda bir şeyler bulmak istediğiniz için edinebilirsiniz. Bu ise uzun vadede tatmin hissini kaybetmenize yol açacaktır. Mekân da koleksiyonerlerin olmazsa olmaz ihtiyaçlarındandır. Bu, elinizde günden güne büyüyen, adetâ yaşayan bir organizma gibi gelişen malzemeyi biryerlere koyabilmek, gönlünüzce teşhir edebilmek ve yakınlarınızla paylaşabilmek imkânı demektir. Aksi takdirde edindikleriniz, zamanı geldiğinde kendinizin dahî ulaşamayacağı yığıntılar haline dönüşecektir ve inanın bu zaman öyle zannedildiği gibi uzun vadeye yayılmaz... Tabi merak ve heves, his ve hassasını da unutmamak lazım.

 

HIRSLI KOLEKSİYONERLERE ALLAH KOLAYLIK VERSİN!

Sizin ilave etmek istediğiniz hususlar nelerdir?

Bugün artık imkânlar zorlanmadan bir şeylerin yapılamayacağı bir devre geldik. Her şeyin ucunun gelip maddiyata dayandığı bu asırda böyle somut materyal için hayıflanmamak lazım. Uykuları kaçan hırslı koleksiyonerlere Allah kolaylık versin. Eldeki ile mutlu olalım, duvarlarımızdaki güzellikleri seyredelim ve bunların hepsinin aslında Yaradan’ın etrafımıza cömertçe, hem de hiç esirgemeden serdiği, saçtığı nice güzellikten devşirilmiş soyut şeyler olduğunu hep hatırımızda bulunduralım.

Meselâ evinde levhası olmayan gidip Sâmi Efendi’nin Kapalıçarşı’nın Bayezid kapısındaki “el-kâsibu Habibullâh” kitâbesini yahut Vasfi Efendi’nin Sultan Reşad’ın Eyüpsultan’daki türbesinin cümlekapısının üzerindeki enfes müsennâ yazısını ziyâret edebilir. Yahut mahallesindeki bir mezarlıkta muhakkak istifli güzel bir talik, yahut sülüs kitâbeye rastgelecektir. Bugün bol bol rahmet istedi, babaannemin sık sık söylediği bir tekerlemeyle nihayetlendireyim lafı: “Rabbiyessir velâtüassir böyle geçer bu asır.”

Son olarak okuyucularımıza nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?

Ne arzu ediyorsanız gönlünüzden geçirin, ne istiyorsanız hayalini kurun, zirâ Allah nasip etmeyeceği hiçbir şeyi hayal ettirmezmiş.

İlginiz için teşekkür ederim.

Estağfurullah İbrahim Ethem Bey, asıl bu fırsatı ve imkânı lutfettiğiniz, kıymet verip hatırladığınız için ben size teşekkür ederim efendim.

 

İbrahim Ethem Gören

{name}
{content}
+
-
{name}
{content}
+
-

İşleminiz gerçekleştiriliyor. Lütfen bekleyiniz...

SİZİ ARAMAMIZI İSTER MİSİNİZ?

  • ADINIZ
  • SOYADINIZ
  • TELEFON NUMARANIZ
  • E-POSTA ADRESİNİZ
  • AÇIKLAMA
  • Kişisel Verilerle İlgili Aydınlatma Metni ’ni okudum, başvuru kapsamında kişisel verilerimin işlenmesine onayım vardır.

İşleminiz gerçekleştiriliyor. Lütfen bekleyiniz...

BİZ SİZİ ARAYALIM

  • ADINIZ
  • SOYADINIZ
  • TELEFON NUMARANIZ
  • E-POSTA ADRESİNİZ
  • AÇIKLAMA
  • Kişisel Verilerle İlgili Aydınlatma Metni ’ni okudum, başvuru kapsamında kişisel verilerimin işlenmesine onayım vardır.