BİR MÜBAREK SEFER OLSA DA GİTSEM!
‘Bizim Yunus’ (ks) kutlu topraklara müteveccih özlemini gönlü dil olarak ne güzel ifade etmiş:
Bir mübarek sefer olsa da gitsem
Kâbe yollarında kumlara batsam
Hub cemâlin bir kez düşte seyretsem
Ya Muhammed (sav)) canım arzular seni.
Şimdiki zaman hac mevsimi. Milyonlarca Müslüman dünyanın dört bir tarafından fevc fevç kutlu topraklara, rahmet iklimine akın ediyor. Bilindiği üzere hac ibadeti Müslümanların temel yükümlülükleri arasında olup İslâm’ın şartlarından biri.
Hac, kutlu bir sefer, mübarek bir yolculuk… İnsanlarımız içten gelen bir iştiyakla bu ulvî yolculuğa çıkmayı bekliyor. Hac için uzun yıllar hem mali olarak hem de gönül ve ruh imarı ile hazırlık yapılıyor. Senelerce hac kurasına girilir. Nihayetinde kura çıkıp da hac yoluna revan olduğunda Beytullah’a Kâbe-i Muazzama varılınca hac iklimi, muhabbeti iliklere kadar hissediliyor. Her dem, tüm İslâm âlemine yürekten dua ediliyor…
Bu haftaki yazımızın öznesinde değerli koleksiyoner Fatih Ketancı’nın Hac Hatıraları Koleksiyonu yer alıyor. Fatih Ketancı kutlu topraklara duyduğu özlemi evvelemirde Ümmet-i Muhammed’in hac hatıralarını biriktirerek dindirmenin yolunu tutmuş entelektüel bir şahsiyet…
Fatih Ketancı ile ilgiyle hac hatıraları koleksiyonu özelinde ilgiyle okuyacağınızı düşündüğümüz bir e-mülakat gerçekleştirdik.
İbrahim Ethem Gören: Fatih Bey sizi tanıyabilir miyiz?
Fatih Ketancı: Erzurum İspirli bir ailenin evladı olarak Avusturya’da dünyaya geldim. Çocukluğum ve ilk gençliğim Bursa’da geçti. Bursa Anadolu İHL mezunuyum. Viyana Üniversitesi’nde iletişim okudum. Yapımcıyım. Belgesel ve tv programları alanında çalışıyorum.
Malum, hac mevsimindeyiz… Kelâma buradan başlayalım delerseniz… Hac ikliminin yaşandığı Hicaz bölgesi Müslümanlar için çok önemli. Eskimez zamanların insanlarının Hicaz’da hayat sürmek için her türlü fedakârlığa katlandığı bilinir. Hicaz şehirlerine dair şöyle bir Arap atasözünü işitmişsinizdir: 'Dünyasını kazanmak isteyenler Cidde’ye mücavir olsun (yaşasın), ahiretini kazanmak isteyenler Medine-i Münevvere’ye mücavir olsun, hem dünyasını hem de ahretini kazanmak isteyenler Mekke-i Mükerreme’ye mücavir olsun.' Bu meyanda gönlünüze düşenler…
Bir ay kadar önce umre yapmak nasip oldu. Beş gün Efendimizin (sav) şehrinde misafir oldum. Orada, sosyal medyadan “Ehlel Medine” sayfasını takip ettiğim ve zaman zaman selamlaştığım mücavir dostumuz Mahmud Sami Tayla Bey ile yüz yüze tanıştım. Her sabah namazını Mescid-i Nebevi’de kılıyor ve Efendimizi selâmlayarak güne başlıyor. Yeryüzünde bundan daha büyük bir saadet olabilir mi? İnşallah bu saadete biz de nâil oluruz.
İnşallah. Medine Müdafii Fahreddin Paşa’ya rahmet niyazıyla ecdadımızın Haremeyn Sevgisine nazar edelim…
Yapamaz Türk'ün evladı sensiz
Can verir canânı veremez Türkler
Ebedi hadimü’l-Harameyniniz
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler
Kelâm sizde…
Medine’deki ilk günümde, Mescid-i Nebevi’ye girip Kubbe-i Hadra’yı görünce Efendimizi (sav) selâmladım ve sonra kendimi tanıtmak istedim. “Müslüman olup sizin ümmetinize dâhil olarak yeryüzünün en büyük şerefine nail olan, en büyük meziyeti size derin aşkı olan Türk milletinden Fatih’im” diye başladım fakat gerisini getiremedim. Anlatmak, konuşmak, içimi dökmek istiyorum ama cümle kuramıyorum. Söyleyecek neyim, hangi meziyetim var? Söyleyecek bir şey bulsam nasıl söyleyeceğim, hangi kelimeyle anlatacağım? O sırada aklıma İdris Sabih Bey’in bu muhteşem şiiri geldi.
Hayatımızı ve kültürümüzü doğrudan etkileyen, milletimize istikamet veren, nerede durmamız gerektiğini hatırlatan çok büyük şiirlerimiz, metinlerimiz var. Vesiletü’n-Necât, İstiklal Marşı, İdris Sabih Bey’in bu şiiri ve Pembe İncili Kaftan böyle eserler bence.
Türk tarihi, başka milletlerin tarihinin aksine Efendimizi (sav) tanımakla şereflendiğimiz anda başladı. O’na hicret ettik ve hikâyemiz başladı. Bu hissiyatı en iyi anlatan şey bu şiirdi. Efendimizin huzurunda tamamını okudum.
Bu topraklarda bir zamanlar fetret dönemi yaşandı. Ve dahi mezkûr dönemde 1947'ye kadar Hacca gitmek yasaklandı. Gerekçe olarak döviz gösterildi, hac farizasını yerine getirmek isteyenlere döviz satılmadı. Çok partili sisteme geçildiğinde Müslümanlar taleplerini daha gür bir sada ile dilegetirince ‘kerhen’ de olsa hac yolu açıldı. Bununla birlikte 1947’den sonraki hac mevsiminde lihikmetin hacca tekrar yasak getirildi. Bu mesele sizin uzmanlık alanınız… Hadiseyi bidayetinden nihayetine değin sizden dinlemek isteriz…
Sizin de ifade ettiğiniz gibi Hac 1947 yılına kadar yasak. 1. Dünya Savaşı dolayısıyla Hac yolu kapanıyor ve cumhuriyetin ilânının ardından döviz gerekçe gösterilerek hiçbir şekilde izin verilmiyor. O yıllarda “kaçak” olarak Hacca giden bazı isimlerden ve hikâyelerinden haberdarız. Tamamı, seyahat veya ticaret maksadıyla pasaport çıkartıp başka ülkelere giden ve üçüncü ülkeler üzerinden kutlu topraklara ulaşan insanlar. Aylarca süren yolculuklardan bahsediyoruz.
1934 yılına ait bir Hac hikâyesi dinlemiştim. Aslında küçük bir zemzem kutusunun hikâyesini. Hikâyeyi anlatan kişinin dedesi 1934’te ticaret maksadıyla pasaport çıkarıp Beyrut’a, oradan Mısır’a geçiyor. Pasaporta işlem yapılmasın diye Nil’i takip edip Yenbu-Medine’nin karşısındaki bir mıntıkadan gemiyle Hicaz’a geçiyor. Dönüşü Süveyş üzerinden oluyor. Tekrar Beyrut’a uğruyor ve oradan Türkiye’ye tahta kutular içerisinde porselenler getiriyor. Hac yolculuğundan hatıra olarak ise sadece birkaç tane zemzem kutusu getirebilmiş. O kutulardan bir tanesini görmek nasip oldu.
1947’de yasak kalkıyor ama ertesi yıl tekrar döviz bahanesiyle yasak geliyor. 1949’da yasak tekrar kalkıyor. Darbe dönemlerinde ve çok çeşitli nedenlerle Hac yolculuklarına kısıtlamalar geliyor. Dönemin basını sürekli manipülasyon peşinde. “Türk liralarının Arap çöllerinde eridiğini” anlatan, Hacca gidenleri kıyasıya eleştiren pek çok haber ve köşe yazısı var. Hatırladığım ilgi çekici bir olay var.
Nedir?
1951 yılında Burhan Felek, Kurban Bayramı’nda yayınlanan bayram gazetesine “Malını mülkünü satıp Hacca gidenleri“ tahfif eden bir yazı kaleme alınca, merhum Refi Cevad Ulunay cevaben bir yazı kaleme alıp “Üsküdarlı muhafazakâr Burhan Felek çocukluğunda kim bilir hangi yıkık türbenin duvarından kaç defa süslü develeri, sırma üniformalı Surre eminlerini, Surre alaylarını seyretmiştir. Bugün Üsküdarlı Burhan, Hac aleyhine yazı yazıyor. Sen de mi Burhan, sen de mi Brütüs?” diye soruyor.
Üzülerek bir şeyi belirtmem gerek.
Lütfen…
Maalesef bugün hâlâ elimizde hangi yıl ne oldu, kaç kişi Hacca gidebildi, bununla ilgili sağlıklı bilgi yok. Cumhuriyet dönemi Hac yolculukları, üzerinde yeterince çalışılmamış çok bâkir bir alan. İnşallah bu konuya ilgi duyan birileri çıkar ve tüm bu meseleler aydınlanır.
İnşallah. Okuyucularımızı “bir zamanlar” şeklinde tarif ve tavsif edilen deniz ve kara yoluyla hac yolculuklarına, rotalarına ve uğrak yerlerine götürür müsünüz?
Kara yoluyla yapılan Hac yolculuklarında iki rota vardı. Birincisi Irak üzerinden, ikincisi ise Suriye’den. Yolculuk günü önce şehrin mânevî bânii ziyaret edilir, ardından yola çıkılırdı. Bu yüzden Bursa’da Emir Sultan Hazretleri, İstanbul’da Eyüp Sultan Hazretleri, örneğin, Kastamonu’da Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri başlangıç noktasıydı.
Doğu Anadolu, Karadeniz, Marmara ve Ege Bölgesi’nden yola çıkanların ağırlıklı olarak Türkiye içinde Akşehir Nasreddin Hoca, Konya Hz. Mevlana, Karaman Mümine Hatun, Tarsus Ashab-ı Kehf, Şanlıurfa Makam-ı Hz. İbrahim ziyaretinin ardından Irak veya Suriye rotalarından biri tercih edilip seyahatin yurt dışı ayağı başlar, dönüş ise diğer rota üzerinden gerçekleştirilirdi.
Irak Musul’da Hz. Yunus, Bağdat’ta mezhep imamımız İmam-ı Azam Hazretleri, Abdülkadir Geylani Hazretleri ve şehirde medfun bulunan Sahabe-i Kiram Efendilerimiz ziyaret edilirdi. Ardından Kerbelâ üzerinden Necef’teki Hz. Ali Efendimizin makamına gidilir, Basra’da Hz. Talha bin Ubeydullah, Hz. Zübeyr bin Avvam ve Hasan-ı Basri Hazretlerinin kabirlerinde dualar edilir ve seyahat broşürlerinde “Dünyanın en modern ve en zengin İslam diyarı” olarak tarif edilen Kuveyt üzerinden Suudi Arabistan’a giriş yapılırdı. Hac farizası tamamlandıktan sonra Medine-i Münevvere’den Tebuk ve Maan yoluyla Ürdün Amman’a gidilirdi. 1967 Savaşı’na kadar Kudüs’ü de ziyaret etmek mümkündü.
Kudüs’ten sonra Şam’a geçilir, Şam’da Emeviye Camii, Hz. Yahya’nın kabirleri, Hz. Hüseyin Efendimizin makamı, Selahaddin Eyyübi, ilk Türk hava şehitleri, Hz. Bilâl-i Habeşî, Hz. Zeynep, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri ve Pamuk Baba, Humus, Hama ve Halep’te ise Hz. Halid bin Velid, Abdülkadir-i Geylani Hazretlerinin doğduğu ev ve Hz. Zekeriya ziyaret edilir, ardından Türkiye’ye giriş yapılırdı.
Deniz yoluyla yapılan yolculuklarda ise rota daha çok İstanbul, İzmir, Beyrut, İskenderiye, Kızıl Deniz üzerinden Yenbu veya Cidde şeklinde idi. Yolcularının büyük kısmını İstanbul’dan alan gemiler, İzmir ve bazen de Beyrut’tan yolcusunu tamamlar, İskenderiye’de birkaç gün mola verilir, ardından yolculuk devam ederdi.
O yıllarda hac organizasyonlarında öne çıkan isimleri ve kurumları da zikredelim…
Yasağın kalkmasının ardından pek çok kişi Hac organizasyonu yapmaya başladı. Yüzlerce, belki binlerce kişiden söz etmek mümkün. Fakat hayatı ve hikâyesiyle beni en çok etkileyen rahmetli Nazif Çelebi’dir.
Rahmetullahi aleyh…
Ayasofya Camii’nin müze olmasının ardından sökülen Kazasker Mustafa İzzet Efendi şaheserlerinin 15 yıl kadar sonra restore edilip tekrar yerlerine yerleştirilmesinin finansmanından, İstanbul İmam Hatip Okulu’nun açılışına ve oradan İlim Yayma Cemiyeti’nin kuruluşuna kadar pek çok büyük hizmetin altında imzası bulunan Nazif Çelebi, aynı zamanda uçakla Hac yolculuğunu başlatan, organize eden kişidir. İlk uçak seferini, ikinci defa yasağın kalktığı 1949 yılında gerçekleştirmiştir. 1950 yılında bastırdığı tanıtım broşürü koleksiyonumun en kıymetli parçalarından biri. Sonraki 40 yıl boyunca basılmış çok sayıda seyahat broşürüne sahibim fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Nazif Çelebi’nin bastırdığı kalitede, tafsilatta başka bir broşür görmedim. Parlak kuşe kâğıda basılmış, renkli özel çizimler ve fotoğraflarla görselleştirilmiş, müthiş detaylı bir broşür. 1950 yılından bahsediyoruz. Nazif Çelebi, Müslümanları o kadar önemsiyor ki, sadece o kuşe kağıt için bile destan yazılır. Bu kıymetli hatırayı bana hediye eden Nazif Çelebi’nin torunu Refik Bürüngüz ağabeyi muhabbetle anıyorum.
Var olsun. Ben de bu vesileyle mahdumu Vefa Çelebi beyefendiye sağlık ve âfiyet niyaz ediyorum. Koleksiyon merakınızla hasbihalimize devam edelim… Hangi koleksiyonların emanetçiliğini yapıyorsunuz?
Kıymetli hocam Prof. Dr. İsmail Kara’nın tanımıyla “Halk Müslümanlığı” üzerine bir koleksiyon yapıyorum. Koleksiyonda, kabaca 1928-1980 yılları arasına ait dini temalı matbu resim, levha, afiş, vefk ve kartpostallar, 1928-1960 yılları arasına ait dini kitap ve broşürler, 1928-1983 yılları arasına ait çizim kapaklı Hz. Ali cenk kitapları, eski baskı Mevlid-i Şerif ve namaz hocası kitapları, bunlara ait efemera ile latin harfli Enam-ı Şerifler ve kutulu minyatür Kuran-ı Kerimler topluyorum. Ayrıca biraz modern Türk resmine ve hatta merakım var.
Hac hatıralarından yola çıkarak koleksiyon yapma fikri ortaya nasıl çıktı? Koleksiyonunuzu tanıtır mısınız?
Yaklaşık 6 yıl kadar önce Hac ile ilgili ürünler/eserler toplamaya başladım. Karşılaştığım her yeni şey başka bir kapıyı araladı. Fakat asıl hikâye sıradan insanların Hac yolculuklarına ilişkin herhangi bir kaynak ve koleksiyon olmadığını fark etmemle başladı. Kayıt altına alınması ve anlatılması, gelecek kuşaklara aktarılması gereken müthiş hikâyeler vardı.
Koleksiyonun ana omurgasını Hac yolculukları ve hatıraları oluşturuyor. Yolculuklara ilişkin seyahat belgeleri, firma broşürleri, pasaportlar, aşı kâğıtları, sağlık karneleri, uçak, otobüs ve gemi biletleri, hatıratlar, kenarlarına notlar düşülmüş menasik kitapları, dönem fotoğrafları, memlekete yollanan mektup ve kartpostallar, delil kartları, Hac şehadetnameleri/vekaletnameleri, gazeteler ile Hacdan hediye olarak getirilen Hac hatıraları en çok ilgimi çeken unsurlar.
Koleksiyonunuzda yer alan hac hazırlıkları, hac ziyareti ve hacdan dönüş hatıraları ile devam edelim…
Eskiden insanlar hayatları boyunca sadece tek bir yolculuğa hazırlık yapardı. Bunun için 30 yıl, 40 yıl boyunca para biriktirilirdi. Maalesef bu hazırlık süreçlerine ait elimde hiçbir şey yok. Beni biraz bu meseleye derinlemesine girmeye sevkeden şey de aslında sıradan insanların Beytullah’a ve Efendimize (sav) kavuşabilmek için gösterdikleri insanüstü gayretti. Öyle bir adanmışlık hissiyle hareket ediyorsunuz ki, sürekli nefsinizle mücadele ediyor, yemiyor, içmiyor, üstünüze başınıza ihtiyacınız olduğu halde yeni şeyler almıyorsunuz. Üstelik 30-40 yıl boyunca...
Kuruş kuruş biriktirerek dünyanın en büyük yolculuğuna hazırlık yapmak... Bu seviyede bir adanmışlığı anlamak ben dâhil günümüz insanı için çok zor. Fakat her iki dünyamızı da mâmur edecek şeyin bu hâl olduğunu kesin olarak biliyorum. Adını sanını bilmediğimiz kim bilir nice “sıradan” insanı bu yol hazırlığı öyle bir eğitti, eritti ki, hazırlık yolun kendisi oldu, yola çıkmadan kirden pastan arındılar, yola tertemiz çıkıp tertemiz döndüler. Fakat kendilerinin bile haberi yoktu bundan. Efendimiz (sav) “Saçı-başı dağınık, toz toprak içinde ve kapılardan geri çevrilen nice insan vardır ki, Allah adına yemin etseler Allah (onları mahcup etmemek için) yeminlerini yerine getirir” buyuruyor.
Sallallahu aleyhi vesellem.
Ömürlerini bu yola adayan insanları düşündükçe aklıma bu hadis-i şerif gelir. Belki pek çoğu keramet ehli kimselere dönüşmüşlerdi ama kendileri bile haberdar değildi bundan.
Hac ziyareti ve dönüş yoluna ilişkin en kıymetli bilgileri hatıratlarda ve Hac’dan memlekete yollanan mektuplarda buluyoruz.
Mesela…
Örneğin, 1980 ve sonrasında getirilen hediyelere, hatıralara dair göz âşinâlığım var fakat öncesi benim için müphem. Koleksiyonda yer alan pek çok hatıranın, hediyenin bilgisini bu metinlere borçluyum.
Çok kıymetli bulduğum birkaç sıra dışı Hac hatırasından bahsetmek isterim.
Buyurunuz lütfen…
Merhum Emel Esin’in 1967’de Hareket Dergisi’nde 3 sayı boyunca yayınlanan yazıları daha sonra “Lebbeyk” ismiyle küçük bir broşüre dönüştürülüp ücretsiz olarak dağıtılmış. İlk defa orada okumuştum. Eskiler yola çıktıklarında yanlarında kefenlerini götürür, zemzemle yıkadıktan sonra geri getirirmiş. Buna benzer bir âdet olarak Kâbe’nin avlusundaki çöl kumlarından alınır ve defin sırasında mezara dökülürmüş. Her ikisi de ölüm ve definle ilgili olduğu, mezara girdiği için örneğini bulmak neredeyse mümkün değildi ama Allah’a şükür, çok kıymetli bir dostum sayesinde avludaki kumdan bir miktar koleksiyonuma nasip oldu.
Sizi tesiri altına alan hac hatıraları için de bir paragraf açalım dilerseniz…
Sanırım bütün hikâyeler içerisinde beni en çok etkileyenlerden biri Vaniköylü Haydar Süleymangil’in hikâyesi.
El-Hac Vaniköylü Süleyman’ı tanımak isteriz…
Kendisi Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güney’in dedesi. 1949 yılında Hacca gitmek isteyince ailesi ayak direr, çünkü aileden Hacca giden bütün erkekler Hicaz’da vefât edip oraya defnedilmektedir. Haydar Bey “Beni zincire vursanız da gideceğim” der, aldırış etmez, yola çıkar. Kâfilenin başında o dönem Edirnekapı Camii’nin imamı olan Abdullah Hulusi Güzelyazıcı hocaefendi bulunmaktadır.
Arafat vakfesi sırasında Haydar Bey rahatsızlanınca Abdullah Hulusi hoca buz tedarik etmek için oradan ayrılır. Geri döndüğünde Haydar Beyi vefât etmiş bulur. O sırada rüzgârla bir kâğıt parçası uçup Haydar Bey'in göğsünün üzerine düşer. Bu olayın bir başka şahidi daha var, Muzaffer Ozak Efendi.
Rahmetullahi aleyh…
Bir sohbetinde anlatıyor bunları. “Kâğıtta 'Rahmetullahi rahmeten vasiaten' kelimeleri ile başlayan taziye cümlesi yazıyormuş.” Abdullah Hulusi Güzelyazıcı hoca o kâğıt parçasını alıp getirmiş, aileye hediye etmiş.
1950 yılında basılmış “Müslümanlara Hac Yolu” isimli kitapta bu kâğıdın fotoğrafı vardı. Çok etkilendim. Ardından, Haydar Beyi araştırmaya başlayınca az önce zikrettiğim hikâyeyi öğrendim ve başka bir şeyle karşılaştım.
Nedir?
Haydar Bey (muhtemelen 40’lı yıllarda) İstanbul Eyüp Sultan'da bulunan Pertevniyal Valide Sultan Çeşmesi’ni harap halden kurtarılarak imar etmiş ve Hz. Fatıma validemizin (r. anha) ruhaniyetine hediye etmiş. Çeşmeyi görünce benim için bütün düğüm çözüldü.
Koleksiyon ürünlerinizi nerelerden ve nasıl temin ediyorsunuz?
Bit pazarları, online müzayedeler ve sahaflardan temin ediyorum. Bazen dostlarımızdan aile büyüklerine ait hatıralar geliyor.
Yeri gelmişken Üsküdar’daki Liva Esma Sahaf ve çok kıymetli sahibi Cengiz ağabeyden bahsetmek isterim.
Lütfen…
Çok ciddi desteğini gördüm. “Bu çok kıymetli bir uğraşı, bizim de katkımız olsun” deyip para kabul etmediği için çok kavga ettik. Allah razı olsun kendisinden.
Ayrıca Üsküdar’da yenice açılan Sahaflar Çarşısı’ndan da bolca malzeme temin ettiğimi söyleyebilirim.
Koleksiyonunuz kemâle erdi mi?
Estağfirullah, bence çok eksiği var.
Arayışınız hangi alanlarda devam edecek?
Yolculuk hikâyeleri, döneme ait orijinal fotoğraflar ve kabin fotoğrafları aramaya devam ediyorum. 1990’lara kadar Mescid-i Haram’a kamera sokmak yasak olduğu için oralara ait fotoğraf bulmak çok zor. Nadiren de olsa denk gelince çok mutlu oluyorum.
Bu meyanda hacıları ziyaret etme, sözlü tarih çalışması yapma vb. gündeminiz ne durumda?
Özellikle 1990 öncesi Hacca gidenlerle sözlü tarih çalışması yapmayı çok istedim fakat henüz nasip olmadı. Planlarım arasında var, dua beklerim.
Sözlü tarih çalışması için zaman oluşturamayınca, matbu hatırat sahibi kimselere ulaşmaya ve kitaplarını imzalatmaya karar verdim. Bu vesileyle hem tanışıp hikâyelerini dinledim, hem de aklıma takılan, merak ettiğim şeyleri sordum. Görüşmelerim ve yeni isim arayışlarım devam ediyor.
Sergi, kitap vb. bir proje gündeminizde mi?
Sergi ve bu vesileyle bir katalog hazırlama fikri var fakat bunun için altyapı oluşturmak gerekiyor. Şu an bunun üzerine çalışıyorum.
Son olarak hasbihalimizde hangi hususlara değinmek istersiniz?
Umreye veya Hacca giden herkesin yolculuk hazırlığından itibaren günlük tutmasını, hatıralarını kaleme almasını çok önemli buluyorum. Sonraki kuşaklara bırakılacak en kıymetli hediyelerden biri bu olacaktır. Gözümde hep şu canlanıyor. Allah göstermesin ama gelecek nesillerden bir torun dalalete düşüyor ve bir gün evdeki kitaplar arasında büyük büyük ninesinin/dedesinin Hac günlüğüyle karşılaşıyor. Nasıl muhteşem bir karşılaşma olur, düşünsenize...
Allah rızası gözeterek yaptığımız hiçbir şey zayi olmaz. Bunu biliyoruz. Kim bilir, belki günü gelince ortaya çıkar ve birilerine şifa, belki ilham olur.
Okuyucularımıza nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?
Kıymetli okurları selâmlıyorum. Lütfen aile büyüklerinize ait hatıraları anlatmayı bırakmayın. Sizin değilse bile gelecek nesillerin buna ihtiyacı var.
İlginiz için teşekkür ediyorum.
Ben de çok teşekkür ederim.
İbrahim Ethem Gören/22.06.2023-Yazı No: 355